DİYANET ŞEHİR BULUŞMALARI (HAKKARİ)

Çanakkale’ye Giden Yazarlar/Sanatçılar Ve Çanakkale Destanı

DİYANET ŞEHİR BULUŞMALARI (ANTAKYA/HATAY)

Bir Hatıra Ve Kitap/lar

BM (Birleşmiş Milletler) OYLAMASI

DİYANET ŞEHİR BULUŞMALARI (MUŞ)

Cumhuriyet dönemiyle ilgili dinlediklerimiz ve okuduklarımızın yapıcılarından; İSMAİL KAHRAMAN

BURHAN ÜMİT TOPRAK’IN KALEMİNDEN “B İ Z İ M Y U N U S”

H İ C A Z D E M İ R Y O L U

Türk-Kürt Meselesi

VATAN SEVGİSİ ve TEVFİK İLERİ

Sivil Toplum Kuruluşları (Hılf-Ul Fudûl Örneği)

BELEDİYECİLİK

15 TEMMUZ 2016’dan 15 TEMMUZ 2017’ye

"El Haberu Kel-İyan"

Sonradan Sahabe Olunur Mu?

“Anadolu Mektebi”, “Sivil Girişim”

BATI VE FİKİR ÖZGÜRLÜĞÜ

RESİMLİ KİTAP(1908-1913/1324-1329)

H A L K O Y L A M A S I

KAGEM’İN İLİM-İRFAN ve KÜLTÜR SOFRASI

EVET, HAYIR ve CHP ZİHNİYET

TÂCEDDİN SULTAN

Batıyla “Kriket” Oynamak

DOWN SENDROMU, NEVRUZ ve ROCKEFELLER

Bizden Önce Gidenlerin Ardından

Son Yaşanan Olaylar Hakkında Bir YORUM

G A N N U Ş Î

Diyanet Vakfı Kagem 2017

Şiir Ve Şair

"Sekarat-ı Mevt"

Nevşehir/Karaman Üniversiteleri

SON GÜNLERDE OKUDUĞUM KİTAPLARDAN BAZILARI

“Kör Şeytan'' Diyor ki

Ahmet İslamoğlu (Bir Mevtanın Ardından)

Sağ Ve Sol Kesimin Darbe Sınavı

FETÖ Ekber Mi?

Bir Ütopyanın Din Haline Getirilişi 'Rastafariler'

Tarihe Tanıklıklığım ve Ülkem İçin GİTMELİYDİM

Mecliste Bir Gün

RAMAZAN, HACI BAYRAM ve EMİN ACAR

Ülkeleri Ve Dinleri Tahrib/Tahrif Etmeye Çalışan Gizli Örgüt

Rüya ve Adalet

Joe Biden ve Gazeteciler

Gandi ve Mücadelesi

Çırağan Sarayı

Seçim ( 1 Kasım 2015 )

Ölmek Ve Öldürmek!

Kin ile Din Birleşmez

Abdülvahit Erdoğan

Bakmak ve Görmek

İlginç Tarihi Olaylar Ve Kişiler

Çanakkale Destanı Nerede Nasıl Yazıldı?

Umut ve Ümitleri Boşa Çıkarmayalım

Bir Tarihçinin Gözüyle II. Abdülhamid’in Nâşı

Ahmet Refik Altınay'ın Kaleminden Ürgüp - Nevşehir

Türklerin Manevî Ve Fikri Soykırımı

Dündar Taşer ve Türkiye Tasavvuru

Cibuti ( Djioubti)

Namaz ve Rızık

Ulucanlar Cezaevi

Encümen-i Daniş

Karabük Paneli

Kardeşim Ahmet Ağmanvermez

Yönetimde Yumuşaklık

Kardeşlerime Nasihatımdır

Akıl Tutulması / Kiralanması

Ölmeden Mezara Koydular Beni

Aslan Kurt Ve Tilki

MarmaRAY'a Bindim

Yusuf Kaplanla Bir Kaç Saat

Aday Adayı Kardeşlerime

Prof.Dr.Erbakan Vakfı

Meveddet ( Nikah)

Nevşehir'den ( Muakkaten) Ayrılırken!...

Ramazan / Oruç

Mısır'daki Darbenin Anatomisi

"90" Veya "Y" Kuşağı

Neden Tayyip Erdoğan?

Doğum Turizmi

Nevşehir'de Yaşamak

İ S T A N B U L

Ölçü Ve Hüsn-ü Zan

KOSKOCA BAYBURT

Müslümanların birliği mümkün mü?

CUMHURBAŞKANLIĞI KÜLTÜR VE SANAT BÜYÜK ÖDÜLLERİ ve S E B Î L Ü R R E Ş A D (19-20 Aralık 2018)

“İslâm Ve Modern İnsanın Çıkmazı”

“KİLİDİ MÜLKİ İSLAM ERZURUM”

E R Z İ N C A N

YENİ ZELANDA TERÖRÜNÜ NASIL ANLAMALIYIZ

MEHMET ŞEVKET EYGİ

NEVŞEHİR (KAHVECİ DAĞI)

NEVŞEHİR VE MESAİ

MUAZZAM ALTUN (1933-2019)

AVUSTRALYA'YA SAVAŞ AÇAN İKİ TÜRK'ÜN HİKÂYESİ ‘Turkish’i Dondurma’

BİR DÖNEMİN TANIKLARI ŞEVKET KAZAN

VİRÜS VE CUMA

SÂMİRAN TEHCÜRÛNE

SÜLEYMAN SOYLU (CİHANNÜMA ANKARA DERNEĞİ)

TENKİTTE USÜL

ANADOLU MEKTEBİ MUSTAFA KUTLU PANELİ CORONAYLA HAYATIMIZA GİREN YENİLİKLER

ŞİKAYET MEKANİZMASI VE OSMANLI

“FAZİLETLİ MEKÂNLARIN BELİRTİLİP ZAMANLARIN AÇIKLANMAMASININ HİKMETİ” -KADİR (SELAM) GECESİ-

BEZREM, BEZRÂM, B A Y R A M

BİR ALEM’İN* PEŞİNDE “ALEMLİ’NİN SANCAĞI”

İYİLİK ve V E F A

“AHLAKİ KÖRLÜK”

KÜLLİYE CAMİ Î

“NE ARTTI DA İZAFİ OLARAK İYİLİK AZALDI?"

‘…YAŞANTI OBURL U Ğ U…’

“TURİST BAKIŞ”(I)

“ŞÜKRAN MEKTUBU”

Kesik Ellerden Yapılan Fabrikalar!

“DİN HAYATTAN ÖĞRENİLİR”

BUHTUNNASR ve İSRAİLOĞULLARI

“TANRININ HİKMETİ” AYASOFYA

Ü Z Ü N T Ü D E N K U R T U L M A Y O L L A R I -D E F’U L A H Z Â N-

“… KENDİ ELİNİZLE KENDİNİZİ MAHVETMEYİN…”

Ö Z E L K A L E M M Ü D Ü R Ü

B U S İ Z İ İ S T İ Y O R

“BAHÇE SAHİBİ”, “VERDİ VE İHSAN ETTİ”, “KRAL BİZE VERDİ”, “TANRININ KURDUĞU ŞEHİR” BAĞDAT

“H A L L E N M E K”

E M Î R-İ H A R E S “Teenni Allah’tan acele şeytandandır”

“L İ D E R L E R H A P İ S H A N E S İ …” -ORAL ÇALIŞLAR-

ŞUBAT’IN YİRMİ SEKİZİ

“İKİ BAYRAKTAN BİRİNE YAZIL!”

HAL-İ PÜR MELALİMİZ

‘İSLAM’I DÜŞÜNMEK Bir Dini Anlama Denemesi’

SON SULTAN SENCER (1117-1157)

DÜNYA LİDERLİĞİ Mİ, İSLAM’LA SAVAŞ MI?

D A N I Ş M A N

DEĞER YARGIMIZ

ARAMAK ve BAKMAK

MODERN İNSANA: KENDİN OL

ŞUBAT’IN YİRMİ SEKİZİ

OSMANLININ NEZÂKETİ

MEKTEP İNSANDAN ÖĞÜTLER

OKUMAK ne S A Ğ L A R

TARIM

(HZ. YUSUF ÖRNEĞİ) Vaiz bir konuşmasında; “…kuru-yaş, canlı-cansız her şey Allah’ın ezeli ilminde (Kuran’da) mevcuttur” demiş. Namaz sonrası cemaatten biri; ‘hocam rica etsem bir çuval undan ne kadar ekmeğin olacağını Kuran’dan gösterebilir misiniz?” demiş. Hiç bozuntu ve şaşkınlık emaresi göstermeyen hoca, birlikte gittikleri fırıncıya; “bir çuval undan ne kadar ekmek olur” diye sorar. Fırıncı bir çırpıda “şu kadar olur” diye cevap verir. Hocam cevabı Kuran’dan verecektiniz” diye itiraz edince, hoca, ‘Allah, Kitabında; “…bilmediğini ehline sor…” buyuruyor’ der. Aramasını bilen, ön yargısız yaklaşan herkes için Kuran mutlak bir kılavuz, tam bir pusuladır. Hiç şüphesiz Kuran bir ansiklopedi değil. Fakat ansiklopediler de dâhil bütün kitaplara kaynaklık teşkil eden ilahi ve son kitaptır. Tamamlanan bir binanın “son tuğlası” olan kitabın/dinin içinde aranan her şeyin olmaması zaten düşünülemez. Kur’an’da bahsi geçen Hz. Yusuf kıssasını, kimileri okuyarak, kimileri dinleyerek, Allah’ın “ahsenü’l gasas” -en güzel hikâye- diye bahsettiği olayı öğrenmiştir. Ben de birçok kez bu hikâyeyi dinledim, okudum ve dizisini izledim. Son olarak ta henüz yeni kaybettiğimiz, düşünce dünyamızın en önde gelen simalarından şair ve mütefekkir Sezai Karakoç’un “Yitik Cennet” ve “Ruhun Dirilişi” kitabından bir kez daha okudum. Hemen birçok konuyu ihtiva eden Hz. Yusuf hikâyesi, özellikle Firavun ’un gördüğü rüya üzerinden tarım meselesine dikkat çekmektedir. Hiç şüphesiz bazı dönemde bazı konular öne çıkar. Bu hep öyle olmuştur. Bir dönemde çok önemli olan bir mevzu bir sonraki dönemde ikinci ve hatta son sıralara kadar gerileyebilmektedir. Tarıma ise; insanlığın ilk yıllarından bu tarafa hep önemli olmuştur. Hz. Yusuf kıssasında; tarımın en belirgin şekilde yedi yıllık bolluk, ardından gelen yedi yıllık kıtlık döneminin, Firavun’ un gördüğü bir rüya üzerinden anlatılmaktadır. Firavun rüyayı gördüğünde, gözü kör eden sevdanın kurbanı Hz. Yusuf hapistedir. Bütün çabalara rağmen Firavun’ un rüyasını hiç kimse yorumlayamadı. Hz. Yusuf’un zindandan çıkarken; “Efendinizin yanında beni anın” demesine rağmen bunu unutan zindandan arkadaşlarından biri geçte olsa Firavun’ a; bu rüyanın cevabını verecek birini tanıyorum’ diyerek süreci başlatır. Hz. Yusuf, önce maruz kaldığı iftiradan kurtulmak için yöneticiler nezdinde aklanmasını istedi. Bu durum gerçekleştikten sonra, Firavun’ un rüyasını yorumladı. Yorumlamakla da kalmadı bu işi halledebileceğini de söyledi. Bunun üzerine geniş bir yetkiyle donatılan Hz. Yusuf derhal işe koyuldu. Devlet gücünü de ardına aldıktan sonra, zindan arkadaşlarıyla, en kısa zamanda sistemi kurdu ve işe koyuldu. Aslında; Mısır “Aziz’i” tespit etmişti Hz. Yusuf’un masumluğunu. Ama, o bir devlet adamı olarak iyi sezmişti bu kölenin devlete yönelik alınyazısını. O’na karşı koymak istedi. Çünkü: o düzeni temsil ediyordu: kurulu düzeni, yani statükoyu. Hz. Yusuf’sa değişmeyi, bir anlamda gerçek devrimi. Onun için o zindana gidecekti. * Hz. Yusuf’un işi yola koyması çok ta kolay olmadı. Hem dinî hem de ekonomik yönden milletin ensesinde boza pişiren bir takım güruh, sultamız elden gidecek endişesiyle Hz. Yusuf’u başarısız kılmaya çalışıyorlardı. O’da esbaba tevessül ederek yapması gereken ne ise onu yapmaya çalışıyordu. Aldığı tedbirler sayesinde yedi yıllık bolluk döneminde ekilmesi gereken ne kadar arazi varsa hepsini ektirdi. Ektirirken de çiftçileri destekledi, hasadı kaldırınca alım garantisi verdi. Elde edilen tahılın çürümemesi için saplarıyla beraber oluşturduğu dev silolara doldurdu. Bu olayı edebi bir nazarla Sezai Karakoç şöyle anlatıyor: “kendi düşünün, (rüya) toplum ve insanların düşlerinin sınavından geçen Hz. Yusuf, son merhaleye varmaktadır. Devlet düşü merhalesine ermesi, Firavun’ un rüyasıyla gerçekleşmektedir. O zamanın devleti, ekonomik temel olarak ziraatı almaktadır. Halkın geçimi ve devletin sürmesi, zirai refaha bağlıdır. Firavun’ un rüyasındaki öküz ve başak sembol ve motiflerinin düşü donatması bundandır. Öküz tarlayı sürmeden nasıl başak çıkmazsa, öküzün sembolize ettiği zaman geçmeden, başağın sembolize ettiği hasadın sonu belli olmayacaktır. Devlet zamanla ekmek verimini en altın oranda birleştiren kuruluştur. Hz. Yusuf, bunda yine yol göstericiliğini yapmış, devletin ne zaman tasarruf ne zaman sarf yapacağını bildirmiştir. Refah devletinin ana çizgilerini çizmiştir. Büyük iktisatçı Lord Keynes, devrevi(ı) bütçe teorisinin ilk tarihi uygulamasına, Hz. Yusuf’un bu yedi yıllık planlamasını örnek göstermektedir. Yedi yıl fazlayla bağlanan devlet bütçesi, yedi yıl da açık vererek, on dört yıllık bir dönemde denkliğe kavuşturmakta ve toplum böylece kuraklık ve açlık yıllarını sıkıntısız atlatmaktadır. İşte, kendi düşü hayatına, toplum düşleri topluma, Firavun’ un düşü de devlete kapı açtı Hz. Yusuf için. Dünya devleti; ama dünyacı devlet değil. İnsanlık olarak, Hz. Adem’le yaratıldık, Hz. Nuh’la yaradılışımızın varoluşuna çevrilişini kesinleştirdik. Hz. İbrahim’le inanmışlar milletini ve toplumunu kurduk. Hz. Yusuf’la da devletini kurma ödevi belirdi. * Devletsiz ve toplumsuz uygarlık kâğıt üstünde kalmaya, tatlı bir esinti gibi gelip geçmeye mahkumdur. Bu üç düş, böylece Hz. Yusuf’a ödevini başarıya ulaştırmada dönemeç noktaları oldu. İnsanları dünya ve ahiret mutluluğuna götürme ödevinde başarıya bu çetin dönemeçlerden dönerek ulaştı. Skandalların sahteliği de böylece ortaya çıktı…” * Hz. Yusuf’u tökezletmek, tuzak kurmak, iftira atarak itibarsızlaştırmak isteyenler toplum nezdinde ademe mahkûm olurken Hz. Yusuf ve ilahi öğretileri büyük bir topluluk nezdinde kabul gördü. Bu örnek te göstermektedir ki, önce insan ehliyle istişareler yapmalı, ardından neyi nasıl yapması gerektiğini planlamalı, işi ehline tevdi ettikten sonra söylenenlere bakmadan yola devam etmelidir. Yüce Yaratıcı Yusuf Peygamber üzerinden devlet ve tarım konusuna işaret etmektedir. Görene, duyana, anlayana; “… kuru-yaş, canlı-cansız her şey Allah’ın ezeli ilminde (Kur’an’da) mevcuttur.” 6/59 Ahmet Belada -------------------------0------------------------- Yitik Cennet, Sezai Karakoç, (dokuzuncu baskı) S.85-86 Age, S.84 Ruhun Dirilişi, Sezai Karakoç, (dördüncü baskı) S.36-37 Duyguyu yakalamak için fiziksel hareketten yararlanma olgusu

B E R L İ N

Almanya’nın farklı şehirlerine değişik zamanlarda eğitim-öğretim veya konferans için defalarca gitmişliğim var. Başkent Berlin’e ise 26 Nisan 2 Mayıs 2022’de ancak gidebildim. Bayramın ilk gününü de içine alan altı günlük seyahatim birçok yönüyle -kendi açımdan- oldukça iyi oldu. Yaptığım görüşme ve konuşmalarımla dinleyen kardeşlerime de faydalı olmaya çalıştım. Ramazan’ın son günleri ile bayramın ilk günü onlarla olmaktan mutluluk duydum. Almanya’ya 26 Nisan Çarşamba (Kadir gecesi) günü vardım. Hakkında müstakil sure inen o mübarek gecede Türkiye’deki tarihi camileri aratmayacak estetik ve güzellikteki Şehitlik Camii’nde* (yetkililerin ifadesine göre) iki bin beş yüz kişinin iftar edip, akşam ve teravih namazı kıldığı camide bir de konuşma yaptım. Hiç mübalağa etmiyorum, gördüğüm manzara karşısında kendimi Türkiye’de hissettim. Erkek-kadın, çoluk-çocuk her yaştan insanın yolu dahi trafiğe kapatarak katıldığı o muhteşem gecedeki insanların heyecanı görmeye değer. İki yılı aşkın devam eden koronavirüsden dolayı bir araya gelmeyen Müslümanlar, böylesi etkinliği bir hayli özlemişler. Bu durum oraya gelenlerin her hallerinden belli oluyordu. Bu organizenin gerçekleşmesinde rol üstlenen dernek başkanları, din görevlileri ve özellikle teşkilatçılığı ile temerküz etmiş Berlin ataşemiz Dr. Emre Şimşek Bey her türlü takdiri hak etmektedir. Almanya geçmişte Osmanlıyla olduğu gibi günümüzde de Türkiye Cumhuriyeti’yle –göreceli de olsa- hep iyi ilişki içinde olmuştur. Özellikle bu iki devletin Birinci Dünya Savaşında aynı ittifakta olmaları bunun en barız kanıtıdır. Almanya’nın başkenti Berlin’de tarih boyunca çok farklı siyaset ve bilim insanı yetiştiği gibi, birçok tarihi olay da gene burada cereyan etmiştir. Elbette yazım Osmanlı-Alman veya Türkiye-Almanya ilişkisi hakkında olmayacaktır. Orada bulunduğum altı gün zarfında ataşeliğimizin belirlediği programı aksatmayacak şekilde çok okuyup, çok dinlediğim tarihi olayların geçtiği Berlin’de, gezip gördüğüm mekânlardan ve o mekânlarda yaşanan olaylardan bahsedeceğim. Bu arada ailelerini bırakıp, hatta hanımlarının da evden gönderdikleri yiyintilerle sahuru birlikte yaptığımız Abdurrahman Çetin ve Muhammed Baki Tuncel hocalarıma ve hanımlarına çok teşekkür ederim. Yukarda bahsettiğim gibi kadir gecesi ve bayram namazı konuşmasını Şehitlik, Cuma namazı konuşmasını Tegel caminde, bunun dışında her akşam iftardan sonra teravih namazı öncesi farklı camilerde konuşmalar yaptım. ESİR KAMPI Yerine getirmem gereken faaliyetlerin dışında merak ettiğim yerleri gezip görme imkânım oldu. Bu fırsatı tanıyan ataşemize teşekkür ediyorum. Görmek istediğim yerlerden biri Birinci Dünya Savaşındaki esir kapıydı. “İslam Şairi”, “Kuran Şairi” ve “Milli Şair” unvanına sahip Mehmet Akif Ersoy, Tunuslu Şeyh Salih ve Teşkilat-ı Mahsusa Başkanı Eşref Sencer Kuşçubaşı Birinci Dünya Savaşında esir düşen Müslümanları ziyaret etmek için Berlin’e gittiler. Burada dört ay kalan Akif, müşahedelerini “Berlin Hatıraları” adıyla kaleme aldı. Kaleme aldığı bu hatırasını 8 Nisan 1915 ila 5 Eylül 1918 yıllarında SEBÎLÜRREŞAD dergisinde on bölüm halinde yayımlandı. Hatıralarında sadece Almanya’yı değil, Almanya özelinde Batı’nın içinde bulunduğu ahvali de anlatmaktadır. İsmi geçen zevatın Berlin’e gelme sebepleri; Birinci Dünya Savaşında İngiltere, Fransa ve Rusya’nın sömürgesinde bulunan Müslümanların durumlarını incelemek, içinde bulundukları durumun yanlışlığını anlatmaktı. Müslüman esirlerden yaklaşık yüz bini bu kampa getirildi. Bugün için yıkılmış, yok olmuşsa da esirlerin ibadetlerini yapmaları için bir cami, yiyip-içecekleri lokanta ve yatacakları mekanlar yapılmıştı. Afrika’dan, Mağripten, Kafkaslardan gelip burada esir olan Müslümanların yaklaşık 980’i burada öldü. Bir kısmının mezarı hala orada. Berlin merkeze yaklaşık bir saatlik mesafedeki esir kampı açık müze halinde. Ataşemiz Emre Bey’le burayı ziyaret ettik. Etrafta metruk bazı binalar duruyor. Fakat esir Müslümanlar için yapılan cami olmadığı gibi yeri dahi belli değil. BERLİN DUVARI Batı ve Doğu Almanya döneminde orada yaşayan, muhtelif olaylara şahit olan, duvarın yıkılışına tanıklık eden güzel insan Yusuf Naz, oğlu Muhammed ve dünya tatlısı torunuyla gün boyu oraları gezdim. II. Dünya Savaşını kaybeden Almanya Ruslar tarafından ikiye bölünmüştü. Bölünmekle kalınmamış aynı zaman da uzunluğu 43 km’yi bulan bir de duvar çekmişti. Bu yüzden Batı Almanya başkentini Bonn’a taşımıştı. Bu taşıma işlemi Berlin duvarının yıkıldığı 22 Aralık 1989’a kadar sürdü. Duvarın yıkılması aynı zamanda bir kısım insanın umudu olan komünizmin de sonunu getirdi. Duvarın yıkılması demek SSCB’nin de, Doğu Blok’un da dağılması demekti. Öyle de oldu. Nitekim Kominizim/SSCB kuruluşundan yaklaşık seksen yıl sonra hak ile yeksan oldu. Aşağıda isimlerini de vereceğim gibi SSCB’nin son bulmasının ardından 25 devlet kurtuldu/özgürlüğüne kavuştu. (İşin bu kısmı ayrı bir makale konusudur) Çok ciddi tarihi olayların, dramatik hadiselerin yaşandığı, ailelerin parçalandığı Berlin’in bu kısmını ibretamiz bir şekilde gezdim. Geçmişin yaralarını her yönüyle sarmaya çalışan Almanya, yaşanmışlıkları unutturmama adına gelen yerli ve yabancı turistlerin görmesi için meşhur parlamento binasının çevresini âdete açık müze haline getirmişler. Almanların Ruslara yenilmesiyle birlikte Berlin özelinde Almanya, Doğu ve Batı diye ikiye ayrıldığı bilinmektedir. Bu bölünmede bırakınız komşuları ve akrabaları birinci derecede aileler dahi parçalandı. Duvardan atlayarak Batıya geçmek isteyen çok sayıda insan öldü veya öldürüldü. Bu hadiseleri konu edinen birçok roman, hikâye ve şiir yazılırken, birçok ta film çekildi. Yukarda değindiğim gibi SSCB’nin yıkılmasıyla NATO’ya alternatif olarak oluşturulan “Varşova Paktı” da dağıldı. Varşova Paktı’nın dağılmasıyla beraber komünist blok ülkeleri diye bilinen; Polonya, Romanya, Doğu Almanya, Bulgaristan, Çekoslovakya’da başlayan ayaklanmaların sonunda hemen hepsi başlarındaki POLİTBÜRO üyelerini devirerek demokratik yapıya kavuştular. Diğer taraftan her ne kadar Rus güdümünde olsalar da “Bağımsız Devletler Topluluğu” adını alan Kazakistan, Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan da özgürlüğüne kavuştu. SSCB’den ayrılan Gürcistan, Ukrayna, Ermenistan, Litvanya, Estonya, Letonya ve Belerus da Rusya’dan ayrıldı. Duvarın kalıntılarını, esir değişim merkezini, duvarı geçerken ölenlerin resim ve isimlerini, gezdim ve gördüm. Berlin Duvarı’nın yıkıldığı yerin belli olması için özel bir tuğla döşemişler. Yazıyla da belirtmişler. YAHUDİ ANITI Hitler ve Yahudiler; istisnasız 19 ve 20. Yüzyılın en önemli olayıdır. Kimilerine göre Hitler Yahudi soy kırımı yaptı. Kimilerine gör ise böyle bir şey yok, Yahudiler kendilerine acındırmak için böyle bir senaryo uydurdular. (Tartışmanın bu kısmını ilgililerine bırakalım) II. Dünya Savaşını kaybeden Almanya, ehlinin çok iyi bildiği gibi Amerika başta olmak üzere İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından bir hayli köşeye sıkıştırıldı. Buna rağmen çok kısa sürede yaralarını sarıp toparlanan Almanya, kaybettiği insan gücünün yerine başka milletlerden insan çağıracak seviyeye geldi. Bu bağlamdan olmak üzere 1960’lı yıllardan itibaren ülkemizden de çok sayıda insan işçi olarak çalışmaya gitti. Tekrar konumuza dönecek olursak, mazlum rolünü çok iyi bilen Yahudiler, dünyanın hemen her yerinde kendine yer edinmektedir. Zayıf olduğu zaman medet uman; güçlendiği zaman hiç kimseye aman vermeyen, zulmeden bir anlayışa sahiptir. Amerika’nın da arka çıkmasıyla Yahudiler, alman hükümetlerinden istifade etmek için her yola baş vurdular. Bu konuda Almanya’dan ciddi manada istifade edip, almadıkları hak kalmadı. Yahudi anıtı; Berlin’de Brandenburg Kapısı ve meşhur parlamento binasının yanı başında, 2711 anıttan oluşan, 19 bin metre kare alana yapılan, 16 milyon avroya mal olan ucube anıtla adeta özür dilmek istemişler. Sadece bu mu? Aynı zamanda o tarihlerde hangi evden kaç Yahudi öldürüldüğünü simgeleyecek şekilde evlerin girişine pirinçten isimler yazılmış. BRANDENBURG KAPISI 1788’de yapımına başlanan, 6 Ağustos’ta hizmete açılan, orta kapısından sadece kral/İmparator’un geçtiği, günümüzde araç trafiğine kapalı olan anıt/kapı, 22 Aralık 1989’dan bu yana yerli ve yabancı turistlerin ziyaretine açılmıştır. Almanya’nın sembollerindendir. ŞEHİTLİK CAMİ* III. Mustafa zamanında altı aylık geçici sefirlik -Büyükelçilik- yapan Ahmet Resmi Efendi ile III. Selim zamanında yaklaşık bir yıllık geçici sefirlik yapan Said Ahmet Azmi Efendi’den sonra Osmanlı ilk resmi sefirini gene III. Selim döneminde Ali Azizi Efendi’yi gönderdi. İlimi eserleri de bulunan Aziz Efendi bir buçuk yıl sonra görevi başında öldü. Kral III. Friedrich Wilhelm Osmanlıya olan saygısından dolayı kendi parasıyla satın aldığı mezar yerini sefirin defni için tahsis etti. Oraya defnedilen elçinin mezarı bir müddet kaderine terkedilmiş. Bakımsız kalmış. Osmanlıya ait bu mezarlığa sadece Türkler değil Osmanlı tebaası her milletten insan defnedilmiş. Değişik zamanlarda satın alınan mezarlık büyütülmüş. Abdülaziz zamanında (1867) mimar Gustav Voigtel tarafından halen duran bir abide yapılmış. Namaz kılınacak bir de mescit yapılmış. Burası o zamanlar “Mescid-i Meşhed’it-Türki” yani Türk Şehitlik Camii olarak anılmaya başlamış. San Francisco’dan gelen Ermeni çetesi tarafından öldürülen İttihatçılardan Talat Paşa, Cemal Azmi Bey ve Bahaddin Şeker oraya defnedilmiş. Bilahare Talat Paşa’nın mezarı Şişli Abide-i Hürriyet meydanına getirildi. Caminin arka kısmında geniş bir mezarlıkta Millî Görüşün kurucusu Dr. Yusuf Zeynelabidin ve eşi de yatmaktadır. Bugün itibariyle caminin arka kısmında kalan mezarlığın tasarrufu Berlin belediyesine ait. Farklı tarihlerde değişik onarım ve bakımı yapılan cami ve bir kısım mezarlığın tapusu Millî Savunma Bakanlığına aittir. 1980 yılından itibaren kullanım ve tasarruf hakkı Diyanet İşleri Başkanlığına verilmiş. 1985’de kurulan DİTİB ve Berlin belediyesinin ortak çalışmasıyla yeni bir yapıya kavuşmuş. 1994’de mimar Hilmi Şenalp tarafından Osmanlı mimarisiyle yapılan cami, kültür merkezi ve sair müştemilatıyla Köln Cami’nden sonra Müslümanların Almanya’daki gurur kaynağıdır. BERLİN’DE BAYRAM NAMAZI Bayram namazını şehitlik caminde kıldık. Bayram namazı dendiğinde nedendir bilmem aklıma Yahya Kemal’in SÜLEYMANİYE`DE BAYRAM SABAHI şiiri gelir. Akşam yatarken konuşmacı olarak buranın yerlisi bize göre ise gurbetteki kardeşlerime neden bahsedeyim diye düşündüm. Gördüm ki çoğu zaman önceden hazırlanmak olmuyormuş. İnsanı konuşturan, mekân ve o mekânı hınca hınç dolduran insanlardır. Büyüklerimiz buna zuhurat derler. Bizimki de bir yerde öyle oldu. Çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, kadın-kız sabahın erken saatinde bayram namazı için Şehitlik Camiini doldurmuştu. Namazı eda ettikten sonra cami içi bayramlaşmanın yanı sıra Büyükelçi, Konsolos, Ataşemiz ve bazı yetkililerle kültür merkezimizde bir müddet çay içip sohbet ettik. Ataşemiz Emre Bey, güzel çok güzel bir iş yaptı. Berlin’deki bütün din görevlilerine merkez camii lokalinde bayramlaşma merasimi tertip etmiş. Gurbette bunun düşünülmesi, yapılması çok değerli. Nitekim çoluk çocuğuyla gelen hoca ve hanımlarının keyfi yerindeydi. Kahvaltımızın ardından bayramlaştık. Çocuklar için bayramın ayrı bir yeri vardır. Onları sevindirmek, mutlu etmek için gerek aileleri gerek tanıdıkları muhtelif hediyeler verir. Biz çocukluğumuzda birinci derecedeki akrabalarımız ve komşularımızla bayramlaşır, büyüklerimizin ellerini öper verdikleri hediyeleri alırdık. Eve gelir, aldığımız hediyeleri anne-babamıza ve kardeşlerimize gösterirdik. Kısa süreliğine de olsa gittiğim Berlin’de yaptığım, gördüğüm ve yaşadıklarımı detaya girmeden kısa da olsa yazmaya çalıştım. Arap camiine ve Millî Görüş’e ait camilere de gittim. Gittiğim camilerin yetkilileriyle görüştüm. Her Müslümanın dinleri adına bir şeyler yapmaya çalıştıklarını görmek çok güzel. Geçmişe oranla, gruplar arası geçişliliğin fazlalığından mutlu oldum. Diyanetimizin ve özverili hocalarımızın bu hususta ciddi rolleri var. Gitmeme vesile olan Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş Hoca’ya, Dış İlişkiler Genel Müdürlüğüne, Almanya’da gösterdiği misafirperverlik ve mihmandarlığından dolayı Berlin Ataşesi Emre Bey’e, başta Abdurrahman Çetin Hoca olmak üzere diğer hocalarımıza, merkez cami dernek başkanı Ayhan Bey’in şahsında diğer dernek başkanlarımıza çok teşekkür ediyorum. AHMET BELADA Şehitlik Camii: Şehitlik Camii hakkında tarihî ve akademik bilgi notunu veren genç ve aktif dernek başkanı Yakup Ayar’a teşekkür ederim. (…) Berlin Türk şehitliğinin temeli Osmanlı Sultanı III. Selim’in Prusya Krallığı nezdine gönderdiği ilk daimî elçilerden biri olan Giritli Ali Aziz Efendi’nin görevi başında iken Berlin’de vefat etmesiyle atılmıştır. Berlin’de kayıtlara geçen ilk Osmanlı mezarı Ali Aziz Efendi’ye aittir. Sonradan vefat eden elçilik görevlileri ve diğer bazı Osmanlı vatandaşlarının bu mezarlığa defnedilmesiyle sayı artmıştır. Alman makamlarının talebi doğrultusunda bu ilk mezarlığın yeri değiştirilmiş ve bugünkü Berlin Türk Şehitliği oluşturulmuştur. Sultan Abdülaziz tarafından Berlin Türk Şehitliğinde yaptırılan abideye Berlin’de vefat eden Osmanlı elçilik görevlileri ve vatandaşlarından ilk beş kişinin adı işlenmiştir.

Y Ö N E T İ C İ

(ULEMA /ÜMERA) Bir toplumda bilim insanları, eğilip bükülmeden inandıklarını yazıp söyleyebiliyorlarsa o toplumda yöneten de yönetilen de güzel olur. Hiç şüphesiz yönetim ekip işidir. Karar verici, yöneteceği ekibini iyi seçmelidir. Çünkü iyi veya yanlış bütün yapılanlar, ilk önce yönetimin başında bulunana, ardından diğerlerine mâl edilir. Ekip seçme konusunda yakın tarihimizden bir örnek vermek istiyorum. 1950 seçimlerinde, -şaibesiz- ezici bir çoğunlukla iktidara gelen Demokrat Parti’de (DP) Cumhurbaşkanı olan Celal Bayar’ı tebrike gelen Adnan Menderes, aynı zamanda Başbakan olması için de Dörtlü Takrirde imzası bulunan tecrübeli Ord. Prof. Fuat Köprülü’yü önerir. Buna tebessüm eden Bayar; “hayır Adnan Bey, Başvekilim siz olacaksınız.” Der. Daha sonra kendisiyle yapılan bir röportajında niçin Menderes’i seçtiğini şöyle açıklar: “…Zeki bir adamdı. Kafası ve yüreği muvazeneli idi. Denilebilir ki, fikirlerini, vicdanının uğratmadan tatbikata götürmezdi. Doğru düşünmesini bilirdi. Onun için bir fikrin güzelliği değil, doğruluğu önemli idi. Bir fikrin doğruluğu da hayata uygulanabildiği, insanı ve toplumu daha ileri götürebildiği ölçüde aşikâr olurdu. Doğru düşünmesini bildiği için, kuvvetli bir mantığı vardı. Fikirlerini sonuna kadar savunmasını bilirdi. (…)” (I) Bayar ve Menderes örneğinde de görüldüğü gibi yöneticinin, hizmet edeceği üst düzey ekibini seçmesi anlaşılır bir haldir. Çünkü olumlu veya olumsuz hemen her iş ona atfedilecektir. Kaldı ki, tarihte birbirinden değerli bürokratlar olmasına rağmen, yapılan bütün icraatlar en tepedeki yöneticiye kesilmiştir. Örnek vermek gerekirse, Selahaddin-i Eyyubi’nin Kudüs’ü Haçlılardan almasında nice yiğitler vardı, fakat başarının Selahaddin’le; yayılmacı Şia doktrinini Çaldıran Savaşıyla sonlandırmaya çalışan, bunu yaparken de birçok paşa ve birbirinden değerli asker olmasına rağmen zaferin Yavuz Sultan Selim’le anılması gibi. Her ne kadar sorumluluğun çoğu baştaki yöneticiye mâl edilse de toplumun maddi ve manevi dinamiği ulema/bilim insanları, sözünü ve kalemini yöneticinin üstünden hiçbir zaman çekmemelidir. Sözünü ve kalemini ihtirassız ve hayırhah öğüt için kullanmalı, bunu yaparken de korkmamalı, başına gelebileceklerden de endişe duymamalıdır. Ulema-umara ilişkisi sağlıklı olursa yönetim de iyi olur. Aşağıda verdiğim örnekle maksadım daha iyi anlaşılacaktır. Dönemin bilginlerinden Ebu Müslim el-Havlânî, Emevî Halifesi Muaviye Bin Ebu Sufyan’a gelerek şöyle dedi: “Selam üzerine olsun, ey ücretli!” Saraydakiler onu düzelttiler ve ona şöyle demesini söylediler: “Selam üzerinize olsun, ey hükümdar/prens (emir).” Fakat el-Havlânî, el-ecir (ücretli) kelimesini üç defa tekrarladı. Bunun üzerine son derece akıllı ve ferasetli, insan psikolojisini iyi bilen Muaviye: “Ebu Müslim’i rahat bırakın. O söylediği şeyi en iyi bilendir.” Ebu Müslim el-Havlânî devamla: “Sen bir sürünün Sahibi tarafından, onları gözetmek için ücretle tutuldun. Eğer uyuz olanları iyileştirip sıhhate kavuşturursan, hasta olanları iyileştirirsen ve onların en alttakilerini en üsttekilerine yeğlersen, bu sürünün Sahibi sana hak ettiğin ödülü verecektir. Fakat eğer uyuzları iyileştiremezsen, hastaları tedavi etmezsen ya da onların en düşük derecede olanlarını en üstte olanlara yeğlemezsen, o zaman sürünün Efendisi seni cezalandıracaktır.” Ebu Müslim el-Halvânî’nin Muaviye’ye yaptığı bu nasihat, Muaviye’nin Hz. Ali’ye karşı başlatmayı düşündüğü Sıffîn Savaşını önledi mi? Kerbela faciasına sebep olan, oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesine mâni oldu mu? Hayır! Ama el-Havlânî yöneticiye karşı vazifesini yapmış oldu. İslam dünyasının düşünen beyinlerinden İbn Teymiye, yöneticinin tebaasını gözetmek zorunda olduğunu, Allah’ın mahlûkatının hakkını koruması için yöneticiler atadığını söylüyor. Şöyle bir de benzetmede bulunuyor; bu bir ortağın diğeriyle olan ilişkisine benzer. Bu sebeple yöneticiler, kendilerine hem koruyucu hem de vekil işlevlerine sahiptirler. Eğer bir koruyucu veya bir vekil, ticaret yapmak, mülk -alıp-satmak- için uygun olmayan birini vekil olarak atarsa veya bir ticaret malını, ona daha yüksek bir ücret vermeye hazır biri varken birine daha düşük bir fiyattan satarsa, bu durumda o, ortağına (veya vekiline) ihanet etmiş olur. (…) Teymiyye: Hükümet etmek, dinin amaçlarına ulaşmanın bir aracı olarak veya Allah’a daha yakınlaşmak için kullanma vesilesidir. Bu konu önemli. Hiçbir zaman kişisel zaafları hoş görülmese de yönetici, tebaasının dinine sahip çıkıyor, onların değerlerine saygı gösteriyorsa o yöneticiye sahip çıkmak gerekir. Aynı zamanda nasihate de devam etmelidir. Pakistan’ın şair mütefekkir ve filozofu Muhammed İkbal; “güç ve dürüstlük, bir arada nadiren bulunur… politik otorite dinden veya din politik otoriteden ayrıldığı zaman, insanların işleri fesada uğrar.” Der. Bundan dolayı politik gücün kendi başına gitmesine izin verilmemesi ve ahlaki bir yöne doğru yönlendirilmesi kesinlikle elzemdir. (II) Bunun sağlanması için de dünya menfaati gözetmeyen ilkeli ulema ve bilim insanları, her-hâlükârda doğru olanı doğru şekilde öğütlemeye, varsa eğer yanlış olan uygulamalarını da usulünce söylemeye devam etmelidirler. Çünkü beka-i devlet siyaset ve siyasetçiyle; Beka-i siyaset de ilim ve ilim adamıyla kaimdir. Kendi çıkarları için bu görevini ifa edemeyen ulemanın sorumluluğu, yanlış uygulamaları olan ümeradan/yöneticiden daha aşığı değildir. Abdülbaki Aydoğmuş’un dediği gibi; “Bir toplumda mesleği hakikat olanlar (ulema), mesleği siyaset/popülizm olanlara (ümera) tabi olursa, o toplumda Hak incinir, çürüme başlar." Ahmet Belada ----------------------0---------------------- Milli İradeye ve Demokrasiye İlk Darbe, Hamit Emrah Beriş, TBMM, S.63 İslam’da İhya ve Reform, Fazlur Rahman, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2022, S.224-25

“YÜZLERİNİZİ KÖTÜLETSİNLER”

Ne asık suratlı, ne de kasvetli, mütebessime yakın tatlı bir bakışı var. Çok konuşkan değil. Sorarsan cevap veriyor. Çok şey anlatayım diye telaşlanmıyor. Anlatırken de tane tane ve anlaşılır bir dil kullanıyor. Duruşu, bakışı insana güven veriyor. Dingin bir hali var. Yerel lisanla tok, teknik terimle bas denebilecek bir sese sahip. İnsanın gönlüne hoş gelen tatlı bir Kur’an okuyuşu var. Kısaca vasfetmeye çalıştığım kardeşim, Nevşehir’de varlıklı bir ailenin yaptırdığı biblo gibi güzel, namaz kılarken insana huzur veren bir caminin imamıdır. Namaz öncesi bilgilendirici okumalar yapıyor. Sabah namazı öncesi güzel sesiyle Kur’an okuyup ardından anlamını veriyor. Bu sabah da İsra Suresinin ilk yedi ayetini okudu. Kuranın mucize oluşuna bir kez daha iman ettim. Oysa Kur’an’ı ve ismi geçen sureyi hem de anlamıyla birlikte defalarca okumuş olmama rağmen sanki yeni dinliyormuşum hissine kapıldım. Zihnime iyice yerleşsin diye de eve gelip birkaç meal ve tefsirden tekrar okudum. Dikkatimi her ne kadar yedinci ayet çektiyse de meseleyi daha iyi anlayabilmek için dört ila yedinci ayetlerle birlikte okumak gerekiyor. Ayetlere geçmeden birkaç kritere işaret etmek istiyorum. Kâinatta yaratılmış canlı-cansız bütün varlıklar, kıymetli, değerli ve muhteremdir. Varlıkların en şereflisi insan da bu yaratılmışlara değer verip, haklarını teslim etmekle emrolunmuştur. Ne olursa olsun insana, ötekileştirici, yok sayıcı, imha edici bir durum yakışmaz. Özellikle de son dinin mensuplarına hiç mi hiç yakışmaz. Zira insanlığın son Rehberi, yaratıcının Sevgilisi; insanları bir tarağın dişleri, bir elin parmakları, bir bedenin uzuvları, bir zincirin halkalarına benzetiyor. Hal böyle olunca insanlar arasında, kim üstün kim engin, kim efendi kim parya, kim beyaz kim siyah tartışması yapmak abesle iştigaldir. İnsanların kıymeti, Allah’a yakınlıklarıyla ölçülebilir. Bu da Yüce Yaratıcının işidir. Mutlak hâkim olan, taksim eden odur. Bize düşen şairin; hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen –kendine iyi bak çünkü âlemin özüsün sen- dediği gibi, insanlara ve hatta tüm yaratılmışlara iyi bakıp iyi görmekle mükellefiz. Hiç şüphesiz kulluk kitabımız Kuran, birçok kavim ve milletten bahseder. En çok da Ben-i İsrail’den. Bahseder ki ümmet-i Muhammed ibret alsın. Onların yaptığı iyilikleri yapsınlar yanlışlardan da vaz geçsinler diye. Bu temel ölçüleri zikrettikten sonra bahsi geçen ayetlerden bahsedebilirim. Kâinatın yaratıcısı dördüncü ayette: “Ve kitapta İsrailoğullarına ‘Siz yeryüzünde iki kez bozgunculuk yapacak; azdıkça azacaksınız!’ diye hükmettik.” (4) buyuruyor. Kendilerini Allah’ın imtiyazlı kulları kabul eden İsrailoğullarını iki kez taşkınlığa sevk eden, yaptıkları taşkınlıklardan dolayı onları perişan edenler kimler? Gerek Tevrat’ta ve gerekse tefsir kitaplarında bunların; Babil’ler ve Romalılar olduğu şeklindedir. Cenabı Hak, Hz. Yahya ve Hz. Şe’ya’yı katleden Yahudilerin üzerine Babil hükümdarı Buhtunnasır’ı gönderdi. Kudüs’te taş taş üstünde bırakmadan yıktı. Yahudileri de kılıçtan geçirdi. Ha keza Romalılar da yakım ve yıkım da Buhtunnasır’ı aratmayacak tarzda katliam yaptı. Ortalıkta hiç Yahudi görülmeyince de evlere girip saklandıkları yerden çıkartıp onları öldürdüler. (Filistin’in Beytüllahim -et ev- anlamına gelen şehri, ismini bu katliamından dolayı almıştır.) “Bu ikisinden ilkinin vadesi gelince, üzerinize çok güçlü ve acımasız kullarımızı gönderdik. Evlerin arasına kadar girip köşe-bucak (Yahudi) aradılar!.. Bu, gerçekleşmiş bir vaattir.” (5) Gözüken o ki, Allah, mazlumun intikamını bir zalimle de almaktadır. Mümin de kâfir de Allah’ın kuludur. Mümin iken azan bir kavme kâfir bir kavmin tasliti (musallat edilmesi) ne korkunç şeydir. Salih ellerle ıslahı kabul etmeyenlerin akıbeti budur. Zayıf olduklarında yalvarırcasına medet uman Ben-i İsrail topluluğu, güçlendiğinde hemencecik acımasız ve kural tanımaz hale dönüşüvermekteler. Yaptıkları kural tanımazlık ve haksızlıklarına rağmen Yüce Yaratıcı, onlara tekrar toparlanma, çoğalma imkânı verdi. Fakat fesadın ilk belirleyici vasfı olan kibirli tavırlarıyla hiçbir şey olmamış gibi eski azgın ve acımasız durumuna tekrar dönüverdiler. “Bunlardan sonra sizi, tekrar onlara galip getirdik, mallar ve oğullarla size yardım edecek sayınızı artırdık.” (6) Allah ne Yahudilere ve ne hiçbir kuluna zulmedici değildir. Cenabı Hak, insanların kendilerine verilen imkânı kuralına uygun kullanmaları halinde bu dünyada iyilik vaat ettiği gibi öbür dünyada da buradakinden çok daha iyisiyle muamele edecektir. “İhsan üzere hareket ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz; yok, kötülük ederseniz, o da kendinizedir; çünkü (o iki bozgunculuktan) sonuncusunun vadesi gelince, yüzlerinizi kötületsinler, ilk defa girdikleri gibi yine Mescide girip ele geçirdikleri her yeri harabeye çevirsinler diye (yine üzerinize güçlü ve acımasız kullar göndeririz)!..” (7) Zemahşerî bu ayetle ilgili yaptığı yorumda; ‘İyilik ve kötülüğün her ikisi de size mahsustur. Fayda ve zararı sizden başkasına sirayet etmez derken Hz. Ali’nin de –Kimseye ne iyilik ettim ne de kötülük- (Yani ettiğim iyilik de kötülük de aslında kendimedir.) deyip bu ayeti okuduğu nakledilmiştir. Sonuncusunun vadesi gelince kullarımızı göndeririz ki; “YÜZLERİNİZİ KÖTÜLETSİNLER” Zulüm namütenahi değildir. Bir gün mutlaka zalimin yüzü kötüleşecektir. Çünkü bu vadi ilahidir. Fakat bu kötüleşmenin de kendiliğinden olmayacağı bilinmelidir. Nasıl geçmişte Allah’ın kendilerine verdiği nimetlere nankörlük ettiler, kuralları tanımadılar, öğüt veren peygamberleri öldürdüler, haksızlık-zulüm yaptılar bu yüzden yüzlerini kötüleştiren Babilliler, Romalılar, Ömerler ve Selahaddinler çıktıysa, günümüzde ve gelecekte de bu tür haksızlık yapan, zulmedenlerin de yüzlerini kötületen birileri çıkar.

“DURUM MUHAKEMESİ”

12 Eylül 1980 ihtilaline gerekçe gösterilen olaylardan biri de Milli Selamet Partisi’nin (MSP), İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesini protesto etmek amacıyla 6 Eylül 1980’de Konya’da düzenlediği Kudüs Mitingiydi. O miting, MSP’nin o zamana kadar yaptığı en görkemli mitinglerinden biri belki de birincisiydi. Mitinge Türkiye’nin hemen her tarafından gelen olduğu gibi Ortadoğu ağırlıklı olmak üzere yurt dışından da azımsanmayacak insan katıldı. Miting ve mitingin oluşturduğu atmosfer, kendini sistemin koruyucusu kabul edenleri (!) bir hayli tedirgin etti. Mitingde konuşmalar bitip, her şey sona erip, sakince dağılmaya başlanmıştı ki, hiç kimsenin anlayamadığı bir anda kargaşa çıktı. Oysa organizasyon ekibi, belirli aralıklarla yaptığı anonslarla asayişi sağlamış, taşkınlığı önlemiş, her şeyi kontrol altında tutmayı başarmıştı. Bir yerlerden talimat alan polislerin tahrikiyle –maalesef- istenmeyen, üzücü işler oldu. O muhteşem topluluk bir anda perem perem dağılmaya başladı. İnsanlar dağılırken bir taraftan da polisin şiddetine maruz kalıyordu. … maalesef bir de ölen olmuştu... O mitinge Nevşehir’den gidenlerin içinde her ikisi de rahmetli olan Selahattin Erdoğan ve Mustafa Çakır da vardı. Çıkan kargaşada birbirinin koluna giren bu kadim iki dost, telaşlı bir vaziyette koşuşurken gözleri görmeyen Selahattin Erdoğan; “Bizim oğlan kaçıyor muyuz, kovalıyor muyuz?” diye sorar. Mustafa Çakır, bir taraftan kaçarken, diğer taraftan da arkadaşına cevap verir; “Koşuyoruz işte, kaçsak ne olur kovalasak ne olur?” Selahattin Erdoğan; “Bizim oğlan kaçıyorsak ona göre koşacağım, kovalıyorsak ona göre” der. Bu olay, o tarihten günümüze değin zihnimizde kalan ilginç bir anekdottur. Sahi: “Kaçıyor muyuz, kovalıyor muyuz”; gidişat nereye? Günümüzde cereyan eden olayları anlamak için önce şu tespiti yapmalıyız. Dünyada ve Türkiye’de bir takım sıkıntının varlığı muhakkak. Bunun başlıca sebepleri; iki yılı aşkın bir süredir bütün dünyayı adeta esir alan, henüz tam olarak bitmeyen hatta artış emareleri gösteren Coronavirüs, gene aynı dönemde başlayan Rusya-Ukrayna Savaşı, ardından tedarik zincirindeki aksaklıklar, mevcut sıkıntının başlıca etkenleridir. Böylesi ortamlarda sıkıntının giderilmesi için yöneticiler başta olmak üzere toplumun bütün katmanları sakin olmalı, olanları ve muhtemel olacakları soğukkanlılıkla karşılamalı, stresten, tahkir ve tahripkâr tavırdan kaçınmalı, topyekûn sorumlu davranılmalıdır. Bu denli sıkıntılı dönemde Sezai Karakoç’un, “Dirilişin Çevresinde” isimli kitabında da bahsettiği gibi ‘Durum Muhakemesi’ yapılmalıdır. Sağlıklı değerlendirmeler yapılamazsa sorunun çözümü de zorlaşır. Durum Muhakemesi! Fertten topluma hemen herkesin günün bir saatinde kendini sanık sandalyesine oturtup, yaptıklarını ve yapamadıklarını kendine sormalıdır. Hem de fertten topluma, toplumdan gruba, gruptan devlete, devletten tüm müesseselere herkes mutlaka durum muhakemesi yapmalı, güncel deyimiyle kendini çek etmelidir. Kendini sorgulamayan, plan program yapmayan er veya geç akamete uğramak durumundadır. Başarılı olanlar kendini sorgulayıp, plan yapanlardır. Plan denince yıllar önce okuduğum Cevat Rıfat Atılgan’ın “Türk İşte Düşmanın” isimli kitabı aklıma gelir. Kitapta Yahudilerle ilgili anlatımda bulunurken, kısa, orta ve uzun vadeli planlarından, hem de yaptıkları planlarını on, elli ve yüz yıllık olduğundan bahseder. O planın gereği olarak Yahudilerin bugün geldikleri nokta malumdur… Planlı hareket etmeyenler el yordamıyla iş yapanlar daha ziyade de taklitçilerdir. Taklitçiliği de özgün düşünce sahibi olamayan, geleneğine yabancı olanlar yapar. Taklitle ilgili Sezai Karakoç bahsi geçen kitabında: “Azgın bir boa yılanıyla çarpışan aslanın yapacağı iş, kendisini yılanlaştırmak, yılan derisine girmek ve yılan gömleği giymek ve eski yılan ölülerinden topladığı zehirleri ağzında biriktirip, dilini bir yılandili, kafasını bir yılan kafası yapıp bu zehirle yılanı zehirlemek olamaz. Bunu yaparsa ağzındaki zehir, daha yılana ulaşmadan kendisini zehirler. Hem bir aslan ne kadar yılanlaşırsa yılanlaşsın bir yılan kadar olamaz. Sadece bir yılan karikatürü olur. Bütün ormandaki hayvanlar… ihtiyar bir aslanın yılanlaşmasına güler dururlar…” Osmanlı Cihan devletinin inkıraza uğramasından bu tarafa maalesef sağlıklı bir durum muhakemesi yapılmadı. Batıya yüzümüzü çevirdiğimiz tarihten, özellikle de II. Abdülhamit’ten bu tarafa her on yılda bir re-organizasyona gidildi. Uzun soluklu bir plan çerçevesinde hareket edilemedi. Bir taraftan Reddi miras, diğer taraftan Batıyı taklit... Bir türlü ne Batı yakalandı ne de gelişme sağlandı. Yukardaki örnekte olduğu gibi aslanın yılana benzemeye çalışırken düştüğü maskara durumuna düşüldü. Eğer sistemde bir düzeltme yapılacaksa ki yapılmalıdır. Bu durumda Karakoç’un deyimiyle, neticeden değil, sebeplerden başlanması gerekir. Öyle ya! Koskoca Cihan Devleti çöktüyse çöküş sebepleri nelerdir? Önce bunlar tespit edilip ona göre önlem alınmalıdır. Osmanlının devamı olan Türkiye Cumhuriyet’i, henüz yüz yaşına bile girmeden birçok darbeye maruz kaldı. Bunların sebepleri nelerdir? Yapılan darbeler ne için ve kim için yapıldı? Bunlar ince ince düşünülmeli, sebep-sonuç ilişkisi gözden geçirilip muhakemesi yapılmalıdır. Muhakeme yaparken de Karakoç’un deyimiyle, “… İşe, ilkin dünya görüşünde, sonra sosyal yapıda, sonra eğitimde, sonra idarede, daha sonra da askeriyede olmak üzere düzeltmeler yapmakla başlanmalıdır.” Ayrıca; “… Öz, cevher değil, ölü müesseseler, şartlara dayanamamış kuruluşlar ortadan kaldırılarak değişmeyen özün tabi uzantısı olacak yeniçağ kuruluşları tesis edilmeliydi. Azgın bir boa yılanıyla çarpışan aslanın yapacağı iş, kendisini yılanlaştırmak, yılan derisine girmek ve yılan gömleği giymek ve eski yılan ölülerinden topladığı zehirleri ağzında biriktirip, dilini bir yılandili, kafasını bir yılan kafası yapıp bu zehirle yılanı zehirlemek olmaz.” Yılana benzemeye çalışan aslan nasıl yılan olamazsa, taklit eden de hiçbir zaman taklit ettiği gibi olamaz. Hep serap olarak önünde durur. Nitekim bunca yıldır taklit etmeye çalıştığımız batıyı, bir türlü yakalayamadığımız gibi. Karakoç: “Oysa işe, başlangıçta, ruhtan değil vücut uçlarından başlamak ve sonunda da ruhumuzun özünü imha edip yerine yabancı bir ruh tedarik etmek gibi hatalar işledik. Biz geçmişimizi unuttuk ama düşman bunu unutmadı. Atalarımızdan alamadığı hıncı, şimdi bizden almağa çalışıyor…” derken taklitçi zihniyetin de buna çanak tuttuğuna dikkat çeker. Geldiğimiz noktada, ötelediklerimize üzülerek zamanımızı ve enerjimizi kaybetmeye gerek yok. Kendi değerlerimizle, kendi imkân ve becerimizle mücadele etmeye çalışmalıyız. Kendimizi her daim çek ederek, muhakeme ederek, Necip Fazıl Kısakürek’in deyimiyle Anadolu büyüklüğündeki dava taşını yerine koymak için sağa-sola bakmadan yorulmadan, bıkmadan, kınayanın kınamasından çekinmeden hizmete koşmalıyız.

STRATEJİ VE BAŞARI

“TAHIL” 1984’de Marmara İlahiyat’ tan mezun olurken bir grup arkadaşla mezuniyet gecesi düzenledik. Hayrettin Karaman Hocamızı da konuşmacı olarak davet ettik. Kendi aramızda konuşmalar oldu, espriler yapıldı ve şiirler okundu. Etkinliğin sonunda Hocamız güzel bir sohbet yaptı. Sohbetin sonunda da“çocuklar bir şeyhin müridine verdiği virt gibi ben de sizden: Her gün mealiyle beraber bir miktar Kur’an okumanızı, Peygamberimizle ilgili her yıl, ayrı ayrı bir kitap okumanızı, Bir sanat dalıyla da ilgilenmenizi istiyorum.” dedi. İslami anlayışımda, kültürel birikimimde ciddi etkisi ve emeği olan,muhterem Hocamın bu tavsiyesini mümkün mertebe uygulamaya çalıştım, hala da çalışıyorum. Bugünlerde Güzeller Güzeli hakkındaki, WADAH KHANFAR tarafından kaleme alınan, Mehmet Yuşa Solak ve Hasan Hacak’ın tercüme ettiği İLK BAHAR Hz. Peygamber (sav)’in Hayatına Dair Stratejik ve Siyasi Bir Okuma’ kitabı elimde, onu okuyorum. Filistin asıllı bir akademisyen olan yazar, kitabını Arapça yazmış. Kitap Türkçeye çevrileli çok olmamasına rağmen okuyucular nezdinde ciddi karşılık bulmuş. Bir süredir okumayı düşündüğüm kitabı ancak bu günlerde elime alma fırsatı bulabildim. Kitabın ilgi görmesinin çok yerinde olduğunu ifade etmeliyim. Meraklı okuyuculara tavsiye ederim. Yaşadığımız dünyanın ana gündemlerinden olan tahıl kavramının dikkatinizi çektiğini düşünüyorum. Doğrudur, zira tahıl insanlık kadar eskidir. Hiç şüphesiz insanlığın geleceği tarımdadır. Bu yüzden geçmişte, günümüzde ve gelecekte tahıl hep önemli olmuştur/olacaktır. Peygamberimiz zamanında da bu mesele gündem olmuştu. Bir müddet önce gene “T a r ı m; Hz. Yusuf örneği” başlığı ile bir makale daha yazmıştım. Düşmanı düşmana muhtaç kılan önemli bir ihtiyaç maddesidir tahıl. Konu buraya gelmişken ülkemizin tarım,tarımda da toprak politikasına biraz değinmek istiyorum. Bu konuda uzman olmanın gerekli olmadığını düşünüyorum. Zira bu mesele basiretle bakan herkesin anlayacağı bir durumdur. Üzülerek ifade etmeliyim ki ülkemizde tarım politikası çok iç açıcı değil. Mesela; Adana, Hatay, Konya, Sivas, Eskişehir, Ankara, Mersin, Urfa, Gaziantep, Tekirdağ, Edirne gibi şehirlerimizin ekim-dikime elverişli güzelim arazilerinin nasıl beton yığını haline geldiğini görüp de üzülmemek mümkün mü? Hem de bütün dünyada tarımın bu kadar önem arz ettiğini, üstelik geleceğin tarımda olduğunu bilmemize rağmen... Bu durum sadece bahsettiğim şehirlerimiz için mi geçerli, hayır, maalesef diğer şehrimiz de aynı durumda. Bu konuda şahıs, özel firma yahut devlet fark etmiyor. Herkes birbiriyle yarışırcasına değerli arazileribetonlaştırıyor. Bu tür görüntüleryürek burkuyor. “Eyvah ne yaptık!” dediğimizde umarım çok geç kalmış olmayız. Bilindiği üzere, müşrikler birçok defa Peygamber Efendimizle savaştılar, Onu öldürmeye kastettiler. Böyle olmasına rağmen, tahıl için yalvarmak durumunda kaldılar. Merhamet timsali ahir zaman nebisi, bu durumu fırsata dönüştürmemiş, istediklerini vermiştir. Zira “tahıl silah olarak kullanılmamalıdır”. Kitaba tekrar dönecek olursak; yazar, Peygamberimizle ilgili yazılan bütün kitaplarda bulunan konuları değişik ve farklı üslupla yorumlamaya çalışmış. Kitabın istifadeye medar bulduğum başlıklarından bazıları şöyle: Mekke’nin Çevresindeki Dünya Kureyş’in İstisnai Durumu Geleceğe Hicret Hz. Peygamberin Medine’deki Stratejisi Sarsıntı Stratejik Devrim Medine’nin Ticari Güvenlik Paktı Yeni Dünyaya Sesleniş İyilik Gelecekte Bekliyor. Son Nebi, Allah’tan aldığı talimatla başladığı inşa ve ihya hareketini kesintisiz ve korkusuz bir şekilde sürdürdü. O’na güvenen ve dayanan Allah Resulü, ilk Müslümanları da aynı anlayışla yetiştirdi. Bu uğurda önüne çıkan engelleritek tek aşarak hedefe doğru ilerledi. Davetin ilk yıllarında,deyim yerindeyse,sövene dilsiz, dövene elsiz olmaya çalıştı. Çalışmalarına acıyı, işkenceyi ve sabrı katık yaptı. Birini yanlıştan vaz geçirmeyi, gerçekle tanıştırmayı hayatının iksiri haline getirdi. Bu eyleminde dünya ve dünyanın içindekilerden, kızıl tüylü develerden daha değerli olduğunu buyurdu.Sâbikûn-i evvelûn ve daha sonra gelenler de bu anlayışla çalıştılar. Bu kitapta öne çıkan en önemli husus nedir denirse, Resulullah Efendimizin yaptığı her şeyi bir plan dahilinde ve gerçeklik üzerine yaptığını, hamasetten ziyade realist uygulamalarla işlerini yürüttüğünü söyleyebilirim. O bütün çalışmalarını ‘Mekke özelinde, Arabistan yarımadasının olmazsa olmazının K a b e ve t i c a r e t üzerine kurulu olduğu, bunları yöneten Kureyş’in de kendilerini imtiyazlı bir topluluk olduğu’ gerçeğinden hareketle sürdürdü. Önce yazları Şam kışları Yemen’le yapılan ticaret esnasında yol üzerlerinde bulunan kabile ve aşiretlerle yakınlaşmaya çalıştı. Deyim yerindeyse, Mekke’yi izole etti. Bu konuda başarılı da oldu. İki taraf açısından da mücadelenin kopuşu Ahzab (Hendek) savaşıyla olmuştur. Bu savaşla Müşriklerle beraber onları tahrik eden Yahudiler, münafıklar ve tüm Hz. Muhammed ve İslam karşıtı gruplar birlik oldular. Kendilerince son darbeyle Peygamber’i ve İslam’ıyok etmek istiyorlardı. Yaklaşık bir aya yakın süren muhasaranın ardından Allah’ın rüzgârdan ordusunun da yardımıyla İslam karşıtları bir daha toparlanıp bir araya gelemeyecek şekilde dağıldılar. Bu savaşla birlikte Yahudiler gibi kendilerini ayrıcalıklı gören Kureyş’in, onları üstün görenlerin özellikle de yarımadayı fitne ve fesatla karıştıran Yahudilerin itibarı hâk ile yeksan olurken, buna mukabil Son Nebi ve inananların itibarı yükseldikçe yükseldi. Tereddütleri ortadan kalkan gayr-ı müslimler, ‘…fevç fevç…’ İslam’a girerken Peygamberimiz de yönünü, kendini dünyanın efendisi gören Bizans, Pers ve diğer topluluklara çevirdi. Kısa, orta ve uzun vadeli plan, planın sürdürülebilir olması, stratejiyio plana göre geliştirip yürütmek ve ardından gelen başarı: İşte nebevi usul ve yöntem.

HASİDİK YAHUDİ

19.12.2018 tarihindeki Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri, Cumhurbaşkanlığı külliyesinde yapılan törenle sahiplerine verildi. Yaşamakta olanlara verilen ödüllerin yanı sıra bir de ölmüş olup, vatan ve milleti adına yaralı işlerde bulunanlara da vefa ödülü verilmekte. Her yıl verilen bu ödül, bu yıl İslam ve istiklal marşımızın şairi Mehmet Akif Ersoy’a verildi. Akif’in ödülünütorunu Selma Argun Hanımefendi aldı. Selma Anneyi yalınız bırakmam adına Sebilürreşad yazarları olarak biz de oradaydık.1978 yılında tanıdığım, o günden öldüğü ana kadar irtibatımızın hiç kesilmediği Mehmet Şevket Eygi de bizimleydi. Mehmet Şevket Eygi 1933/12 Temmuz 2019 Şevket ağabeyle yan yana oturduk ve epeyce muhabbet ettik. Ön tarafımızda da Türkiye Yahudilerinin Hahambaşı ile ülkemizde yayın yapan Şalom Gazetesi Genel yayın yönetmenioturuyordu. Şevket Eygi’yi tanıdıklarından selam verip, bir müddet muhabbet ettiler. Bilahare beni onlarla tanıştırdı. Sağ olsunlar bize ilgi gösterdiler. Henüz oradan ayrılmadan Şalom Gazetesine abone yapmak istediğini belirterek adresimi istediler. O tarihten bu yana kısmi aksama olsa da gazete, gazeteyle birlikte Şalom Dergide gelmekte. Okuyor ve istifade ediyorum. Hepsinden olmakla beraber, son gelen gazete ve dergiden de bir hayli istifade ettim. (7 Eylül 2022) Gazeteyi okurken Bir youTuber, bir HasidikYahudiyitrollerse başlıklı yazı dikkatimi çekti. Çok uzun olmayan yazıyı okudum. Hiç yorum yapmadan o yazının bir bölümünü sizlerle paylaşmak istiyorum. Yazıda belkide birçok okuyucunun henüz yeni duyduğu “HasidikYahudi”lerini ve nasıl bir dünyada yaşadıklarını öğrenecektir. Meraklılarına sadece bir anahtar veriyorum. Bir youTuber, bir Hasidik Yahudi’yi trollerse Yorum yapmadan naklediyorum.(…)Gündem olan videonun bir kesitinde, kızıl saçlı bir Hasidik Yahudi’si gözümüze çarpıyor. Kendisi biraz sonra başlayacak Şabat duası için sinagog kapısında hazırlanırken, Dulla Mulla’nın kıskacına yakalanıyor ve bir anda soru yağmuruna tutuluyor. (…) Tanık olduğumuz gibi, çoğu Hasidik Yahudi’si televizyon ve telefondan, özellikle de sosyal medyadan uzak durmayı tercih ediyorlar. (…) Kızıl saçlı Hasidik Yahudi’nin muhtemelen hayatında ilk defa gördüğü YouTuber'a verdiği espriyle karışık trol cevaplar, (…) İşte gündemdeki o meşhur video: *** YouTuber sinagog kapısında duaya hazırlanan Hasidik Yahudi’ye mikrofon uzatır. Hasidik Yahudi belindeki kuşağı çıkarırken, karşılaştığı bu durum çok normalmiş gibi sakince soruları cevaplamaya başlar: YouTuber: İsrail’in Filistin’e yaptıklarını onaylıyor musunuz? Hasidik Yahudi: Yaptıkları neden bahsediyorsun? Y: Mesela insanların evlerini alıyor! H: (Şaşırarak) Öyle mi yapıyorlar? Y: Bilmiyor musunuz, insanların evlerini alıyorlar! H: Neee! Bunu yapıyorlar mı? Hiç bilgim yok! Y: Evet yapıyorlar, eminim! H: Aaa çok kötü bir şey bu! Emin misin? Y: A ah… Aaa emin olabilirsin!? H: E peki ben ne bileyim bana soruyorsun? Y: Peki İsrail ile Filistin arasındaki savaş ne olacak? H: Ne!? (İlk defa duymuş gibi şaşırıp, yüzüne tutulan kameraya bakıyor) Nasıl olur? Şu an orada bir savaş mı var? Y: Haberleri izlemiyor musun?!. H: Haberleri izlemiyorum tabi ki!!! Y: Pe-peki öldürülen kadın ve çocuklar hakkında ne düşünüyorsun? H: Hangi çocuklar? Y: (Şaşırarak) Filistinli çocuklar yahu! H: Ben Ukrayna'da savaş olduğunu sanıyordum. Hadi ya? Başka savaş da mı var? Y: Evet! H: Ortalık çok karışık, bu savaşlar durmalı adamım, çılgınlık bu! Hasidik adam, ibadet için ağzına tutulan mikrofonla vedalaşıp Şabat duası için içeri girerken YoutTuber şaşırarak arkasından sesleniyor: Y: Heyyy nereye gidiyorsun? Hasidik adam gitti, gidiyor çünkü birazdan Şabat başlıyor, elektronik aletlerle istese de konuşamaz artık, buna yüzüne tutulan mikrofon dâhil. Şalom Gazetesi/7 Eylül 2022 Hasidik Yahudilik veya Hasidizm; on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru, günümüzdeki Batı Ukrayna topraklarında YisraelBa'al Şem Tov tarafından kurulan ve hızla yayılan bir Yahudi dinî gruptur. Günümüzde, bağlı kuruluşların çoğu İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri'ndedir. Vikipedi

HORUZ İKİ KERE ÖTMEDEN

-ÖNCÜ OLMAK- Kanaatimce anlayıp yeterince istifade edemediğimiz insanlardan biri de Rahmetli Sezai Karakoç’tur. Anladığını söyleyenler de ya şiirini ya edebiyatını ya dahikâyeciliğini öne çıkarmaktalar. Oysa o, iyi bir şair, iyi bir mütefekkir, iyi bir hikâyeci olmanın da ötesinde İslam’ı iyi anlayan, onu hayatına uygulayan, kınayanın kınamasından korkmayan idealist bir Müslümandı. Onu daha yakından ve kendi yazdıklarından tanımak için kitaplarını okumaya karar verdim. Gördüğüm o ki, çok hacimli olmayan kitaplarının her biri diğerinden kıymetli, içinde tenakuz bulunmayan,fikirlerden oluşmaktadır. O kitaplardan biri de ‘Unutuş ve Hatırlayış’ tır.On değişik makaleden oluşan kitaptaki makalelerden biri de “Horuz İki Kere Ötmeden”. Bilindiği gibi bu tabir Hz. İsa’nın ‘son sofra’ da havarilerine söylediği bir sözdür. NitekimHavarilerdenYahudaİşkaryot,aldığı para karşılığında İsa’nın bulunduğu yeri haber vererek ihanet etti.Bir müddet sonra da intihar etti. Bunu temel alanKarakoç’ta dava adamlığı bağlamında din öncülerinden, ilklerden ve onlarda olması gereken vasıflardan bahsetmekte. Ya öncü olmak ya da öncüye tabi olmak gerekir. Aksi durum; fitnedir, kaostur, kargaşadır, anarşidir. Kuvvetli bir dini alt yapıya, Allah vergisi bir zekâ ve basirete sahip olan Sezai Bey’de, öncü ve yol gösterici olmayı ı fazlasıyla hak edenlerdendir. Tıpkı Unutuş ve Hatırlayış kitabında bahsettiği din öncüleri gibi. Aşağıda alıntısını verdiğim yazıda Karakoç, ilklerden olmanın ve ilklere uymanın ölçüsünü belirtmektedir. “…din öncüleri, inanç akıncıları daima kendilerini bir misyonla yüklü görmüş ve bulmuşlardır. Bu misyon onları alelade kişilerin korku ve ürküntülerinden ırakta tutar. Onların korkuları da başkadır. Kendi hatalarından korkarlar daha çok. (…) Önderlerin başarılı alanlarında yanından ayrılmazken güç anlarında çil yavrusu gibi dağılanlar, hiçbir zaman ilkler olmaya layık değillerdir. (…) İlkler, her zaman için rahatı, maddi çıkarları, şöhret düşkünlüğü gibi manevi alçalmaları, kıskançlık, kibir, hased, çekememe, hakkı teslim etmeme gibi küçüklükleri ayağı altına almış, tepelemiş ruh kahramanlarıdır. Onları düşman hiçbir hile ile bağlı oldukları dava ve dava adamlarından koparamaz. Ama davaya pamuk ipliği ile bağlı olanlar, maddi bir fayda bekleyenler veya manevi bir bataklığa saplanmış olarak şöhret peşinde koşanlar, müşkül bir anda ya çekip karşıya geçerler veya gereksiz birşekilde iddialarla safı böler ve parçalarlar.Düşman da, inkar cephesi de bundan faydalanır, bunları muhatap olarak davanın temel taşlarını ikinci plana atmaya, unutturmaya çalışırlar. (…) paniğe kapılmışları kitleyi de arkalarından sürüklemeden önce yatıştırmak, bozguncuları en azından zararsız hale getirmek, saf dışı etmek gibi ilklere düşen yan görevler vardır. İçten gelen saldırı dıştan gelen saldırılardan daha büyük tehlikedir. Çünkü dıştan gelen saldırılara yeni hareket hazırlıklıdır, hazırdır, bunu beklemektedir. Fakat içten gelenin çok defa arkadan vurma, farkına varılmama gibi aldatıcı özellikleri vardır. İhanet veya gaflet, insanı ani olarak bastıran, içten yıkmaya ve çökertmeye, çözmeğe, çürütmeğe ve bozmaya çalışan iç zehirlenme olaylarıdır. Buna, yapının, içyapının çok sağlam olmasıyla ancak dayanılabilir. (…)Bir an için ülkü adamı zor bir duruma düşer de artık izinden servet veya şöhret devşirilmesi ihtimali zayıflarsa, bu yalancı ilkler, hemen terk için, birtakım tevilciliklere başlarlar. (Bunlara göre) önder (sadece) kendilerine yol açmıştır o kadar, artık kendileri geldiğine göre ona gerek kalmamıştır. Onu mersiyeye benzer övgülerle daha sağken gömmeğe başlarlar, gömmek isterler. Yarım yetişmişliğin ve olmamışlığın ham ruhları saldığı uçurumlarda türkü söylerler. Söyledikleri türkü aslında uçuruma yuvarlanma kaderinin son çığlıklarıdır. Müslüman yılgın, bezgin ve ümitsiz olamaz. Gücünü kimden aldığı/alacağı belli olan Müslüman kimi örnek alacağını iyi bilmesi gerekir. Nitekim Karakoç, ‘… Gece karanlığı gibi olan Batıcı fikir ve inanç gulyabanilerinin etkisine kapılmadan sımsıkı bir saf halinde toplanmalı ve Batı’ya, Avrupa’ya ve komünizme karşı Zülkarneyn Seddi bir kahramanlık duvarı, aşılmaz ideal Sur’unu yükseltmelidirler.’(I) ----------------------0---------------- ‘h o r u z i k i k e r e ö t m e d e n’ "Sana doğrusunu söyleyeyim" dedi İsa, "bugün, bu gece, horoz iki kez ötmeden sen beni üç kez inkâr edeceksin." Markos kitabında yazıldığı gibi horoz iki kere öttü. MarkosPetrus'un yardımcısıydı ve özellikle Petrus'la ilgili olaylara daha ayrıntılı bir şekilde tanıklık etmektedir. Horoz ilk kez öttüğünde Petrus aldırmamış tövbe etmemişti. Ancak ikinci kez öttüğünde İsa'nın dediğini hatırladı ve hüngür hüngür ağlayarak tövbe etti…(İncil/Markos 14:30) Unutuş ve Hatırlayış; Sezai Karakoç; S.19-26)

E M P A T İ : Z I T L A R : T E K F İ R

Birini sevmek diğerine sövmeyi gerektirmez. İslam’ın insanlığa getirdiği en önemli kurallardan biri belki de birincisi empatidir. Bu bağlamdan olmak üzere, gerek ferdi ve gerekse toplumsal olarak bir defa değil, bin defa kendimizi hesaba çekmeliyiz. Empati yapmalıyız. Kendimizi sanık sandalyesine oturtmalıyız. Geçmişte yaptıklarımızın muhasebesini, içinde bulunduğumuz hali değerlendirip, yapacaklarımızın planını yapmalıyız. Fransız yazar, “Kanunun değerli olmadığı ülkelerde insanın da değeri olmaz” diyor. Yazar bu ifadesiyle İslam toplumlarındaki akan kana ve yaşanan vahşete dikkat çekiyor. İslam’ın ilk yıllarında yaşananları birazcık tarih bilgisi olan hemen herkes iyi bilir. Yürek kanatan o olayları sayıp dökmek suretiyle acıları tazelemek istemiyorum. Ama çok net olarak söyleyeceğim bir husus varsa o da çok dramatik olayların yaşanmasıdır. Buna rağmen geçmişimizden hala ders ve ibret almayışımız; empati yapmayışımızdır… Yaşananlardan ders almayı deneyemeyiz mi? İbret alamayız mı? Elbette alırız. Ve hatta almalıyız da. İslamlığımız bunu icap ettirdiği gibi kulluk kitabımızın öğretisi de budur. Sevgi, muhabbet ve hoşgörü örneği peygamberimizin öğretileri de bunu gerektirir. Hiçbir peygamberin hayatı Hz. Muhammed’in hayatı kadar sahih ve kesin kaydedilmemiştir. Yaşadığı toplumdan tutun da doğduğu eve, yaşadığı mahalleye, aile çevresine, anne-babasına, çocukluğuna, erginliğine, evliliğine, tacirliğine, hicretine ve devlet başkanı oluşuna kadar ne varsa en ayrıntısına kadar kaydedilmiştir. Bütün bu şeffaflığa, sözlü ve yazılı kayıtlara rağmen hakikate uymaktan ziyade hakikati kendimize uydurmaya çalıştık. Tahrife ve tevile yöneldik. İslam’ı/Kuran’ı asrın idrakine bir türlü indirgeyemedik. Hiç şüphesiz İslam tarihi boyunca birçok alanda ortaya konan güzellikler sayılmakla bitmez. Lakin konumuz bu değil. Arap dünyasının en iyi şair ve yazarlarından Adonis, Freud’dan aldığı bir alıntı da: Tanrı düşüncesini öldüremeyiz fakat tanrı anlayışını ve ona bakış açısını değiştirebiliriz. İslam toplumlarında Müslüman tasavvufçular ile pek çok şair ve felsefeci düşünür bunu yaptı. (…) Selefi İslam ise mutasavvıfları, şairleri ve felsefecileri dalalet, sapkınlık ve küfürle suçladı ve bu değişimi reddetti ve reddetmeyi de devam ettirmektedir... Z I T L A R Davet:İkinciyle kurulan diyalog; en çok ta empatidir. İlk insanın evlatlarıyla başladı ayrı/aykırı düşünme. Dünya var olduğu müddetçe bu durum devam edecek gibi. Mühim olan farklılıkları nasıl yönettiğimizdir. İyi yönetmeyi bilen, soğukkanlı olan başarılı olacaktır. Fevri, hissi, sadist ve benmerkezci davrananlar maalesef zarar görecek ve kaybedecektir. Adonis bir ödül töreni için İtalya’nın Torino şehrine gitmiş. İlgili üniversitenin talebe ve hocaları Papa’nın salonda konuşma yapmasını reddetmişler. Bu durum İtalya’da yazılı basın başta olmak üzere ciddi dalgalanmaya sebep olmuş. Bu konuda benim de görüşümü sordular. İtalya’nın içişleri olduğu için önce cevap vermek istemedim. Israr edince bu düşüncemden vazgeçip sorduklarına iki farklı izahta bulundum. A-Onlara karşımızdakilerin fikirleri birbirine ne kadar uzak ve zıt olursa olsun toplum kesimleri arasındaki diyalogun gerekliliğini söyledim. Çünkü diyalog, yüksek bir insani haslettir. Ancak ötekini dinlemeyi ancak diyalogla öğreniriz. Hakikati ortaya çıkarmak için diyalogla ötekine açılırız. B-Tarafların karşılıklı olarak birbirini tanımasının gerekliliğiydi. Aksi takdirde toplum, kabilelere dönüşür ve her bir kabile kendi kabuğuna çekilerek diğer kabileleri reddeder ve onlarla savaşır. Böyle bir ortama ise diyalog değil misyonerlik egemen olur. Misyonerlik ise hem bilgi hem de hakikat için acınacak bir mezardır. Çünkü misyonerlik demek, tâbi olunmasını talep etmek ve tâbi etmek demektir… T E K F İ R Bir yerde diyalog, hoşgörü ve müsamaha olmazsa orada kırma ve kırılma, ötekileştirme, daha da ötesi tekfir olayı devreye girer. Tekfir etmek, insanın yalınızca özgürlüğünü almaz elinden, insanlığını da gasp eder. Tekfir edenler, dinî metin adına Yaratanın, insanı diğer mahlûkattan ayırarak ona bahşettiklerini yani aklı, özgürlüğü ve iradeyi tahrip ederler. Tekfir anlayışını benimseyenler, Yaratıcının Peygamberlerine dahi vermediği hakları, kendilerinde görürler üstelik Cenabı Hakkın: ‘Şüphesiz ki sevdiğin herkesi hidayete erdiremezsin. Dileyeni hidayete erdiren yalınızca Allah’tır.’ Emretmesine, Hz. Muhammed’in: “Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin” Buyurmasına rağmen… Peygamberlerin bile hidayete erdirme gücü olmadığına göre; kişiler, hangi güçle ve hangi hakla kendinde bir başkasını hidayete erdirme cüreti görebiliyor? Dahası, hangi hakla başkalarına kâfir yaftasını yapıştırabiliyor? Arap toplumunu da kıyasıya eleştiren yazar, “Arap toplumu, temelde, kökten dincilerin bilincinde ya mümindir ya kâfir. Kültür de esasen iman ya da küfür kültürüdür. Böyle bir bilinçte özgürlüğün hiçbir anlamı yoktur. Fakat bu bilincin egemen olduğu bir toplumda, bizzat insanın bir anlamı var mıdır?” Her konuştuğuna öteki nazarıyla bakan birinden hoşgörü beklenebilir mi? İnsanlara mümin–kâfir diye bakanla sağlıklı diyalog kurulabilir mi? Oysa “İslam’ın doğuşundan bu yana İslam kültürü için “kitap kültürü”, “kitap toplumu” denmektedir. Kitap dediğimizde aynı zamanda “kalem”i de söylemiş oluruz. Kalem dediğimizde ise bilmeyi ve okumayı da söylemiş oluruz.” İnkârı mümkün olmayan bu gerçekliğe rağmen istisnasız ortaçağın en parlak dönemini yaşayan ve yaşatan Müslümanlar, bu özelliğini kaybetti. Kaybedenin kaybettiğini bulması elbette mümkündür. Yeter ki ne aradığımızı ve nasıl aramamız gerektiğini bilelim. Yazar kitabında temel meselelerden birine daha dikkat çekmekte. Hz. Muhammed’in ölümünden hemen sonra başlayan yönetici seçimiyle birlikte siyasi erk kavgasının başladığı meselesi. “İlk devlette Hz. Peygamber’in siyasetinden, halifenin siyasetine geçiş yalınızca dinin gücüyle değil kabilenin gücüyle olduğunu söylemekte.” Adonis bir başka yorumunda: “(…) İlk devletin kuruluşundan itibaren din, siyasi bir araca dönüşmeye başladı. Bu ise dini, salt bir fıkha ve şeriata dönüştürdü. Dinin ruhsal ve düşünsel dünyası o derce fakirleşti ki, dini salt fıkha dönüştürenler her yaratıcılığı bidat ve özgürce ifade edilen her düşünceyi de küfür gördüler. Böylece İslam’ın siyasi tarihi, Müslümanlar arasında sürüp giden siyasi ve dini çatışmaların tarihine dönüştü.”(ı) Ahmet Belada KİTAP, HİTAP, HAKİKAT; Adonis (Ali Ahmed Said İsbir); Everest Yay.

ÖLÇÜ ve DENGE

Konuşan ve yazan sorumlu kimselerdir. Yazan yazdığını, konuşan konuştuğunu büyük bir kesimin dinleyeceğini, okuyacağını düşünerek hareket etmelidir. Konuşan ve yazar, insanları yanlış bilgilendirmemelidir. Gerekli araştırmayı yapmadan konuşmamalıdır, yazmamalıdır. İnsanları yanlış yönlendirmemelidir. Yazdığı her kelimeyi, her cümleyi daha bir özenle seçmelidir. Toplumun ahvalini fertlerin durumu belirler. Fertler ne zaman konuşması ne zaman susması gerektiğini ne zaman durması ve ne zaman yürümesi gerektiğini iyi bilmelidir. Buna ölçülü davranmak, dengeli olmak denir. Dengenin ihlali savrukluktur. İnsanımızın pek çoğu dinleyerek veya okuyarak hayatına yön vermektedir. Okuyarak derken ilmi veya yaşamı anlamlandıran kitaplardan bahsetmiyorum. Okunanlar daha çok sosyal medya paylaşımları yahut köşe yazarlarıdır. Çok üzgünüm insanımızın kahir ekseriyeti bu şekildedir. Türk Dil Kurumunda denge şöyle tanımlanır: Bir nesnenin veya bir insanın devrilmeden durma hâli, muvazene, balans. Zihinsel ve duygusal uyum, istikrar; ruhsal denge. Siyasi güçlerin, yetkilerin birbirini sınırlayacak biçimde dağıtılması. Ekonomik hayatın uyumlu düzeni. Denge fert için olduğu kadar devlet için de esastır. Devletin asli görevlerinden biri de dengeyi sağlamaktır. Dengenin kaybı toplumu meflûş eder. Bu yüzden ne pahasına olursa olsun dengeyi korumak esastır. Denge, haklının hakkını her durumda yerine getirmektir/vermektir. Adaleti sağlamaktır. Adalet kaybolursa insan iki menzile arasında sallanır. Kimin yanında olması gerektiğini bilemediği gibi kimin peşinden gideceğini de bilemez. “…müzebzebîne beyne zâlik…” (Nisâ 4/143). Allah, aile reisinin dengeli ve adil olmasının önemini, kulluk kitabımız kitabımızda, “ahsenü’l-kasas (en güzel kıssa)” olarak belirttiği Yusuf süresinde, Yakup peygamber ile oğulları arasında geçen hikâyede anlatır. Buna göre Yakup sevgisini oğlu Yusuf lehine fazla kullanınca diğer kardeşlerinin kıskançlığını depreştirdi. Bu mübalağalı sevgiden dolayı Yusuf’a kardeşlerinin haksızlık yapmasına sebep oldu. Gösterilen bu aşırı sevgi, kardeşleri tarafından önce Yusuf’un kuyuya atılmasına ardından da köle olarak satılmasına sebep oldu. Allah’ın denetim ve gözetiminde bulunan peygamberlerin adaletsiz ve dengesiz olması asla düşünülemez. Ne var ki Allah, kitabımızda birçok örneğini peygamberler üzerinden vermiştir. (Bk. Abese 80/1-10). Kur ’andan önceki “ilâhî kitaplar” toplu olarak geldiğinden çok kısa sürede tahrif oldu. Son ilâhî kitap Kur’an ise peyderpey gelmesi ve “vahiy kâtipleri” tarafından günbegün kaydedilmiş olmasından dolayı varaklar (sayfalar), muhafaza edildi. Muhafaza edilen yapraklar, daha ilk halife Ebu Bekir tarafından titiz bir çalışma neticesinde bir araya getirildi. Aynı hassasiyetle üçüncü Halife Osman tarafından da altı nüsha çoğaltılarak herhangi bir şüphe ve kargaşaya sebebiyet vermeyecek şekilde kayda alındı. Kur’an’ın mevcudiyeti geldiği ilk günden günümüze ve hatta kıyamete kadar bir harfi dahi eksilmeden, korunmaktadır/korunacaktır da. Kur’an’ın durumu budur. Kur’an’ın mübelliğcisi Hz. Muhammed de bunun uygulamasını bizzat göstermiştir. Onun uygulamaları da günümüze kadar gelmiştir. Kıyamete kadar da devam edecektir. Önümüzde ve elimizde Allah’tan geldiği gibi tastamam bulunan Kur’an ve Kur’an’ın uygulayıcısı Hz. Muhammed’in (s.a.s.) sünneti varken neden dengesiz davranırız ki? Neden ölçüsüz hareket ederiz ki? Elimizi uzattığımızda dokunabileceğimiz kadar yakın asli hakikatler, yönümüzü döndüğümüzde görebileceğimiz kadar temel değerlerimiz mevcutken hâlâ bocalama içerisinde olmamızın sebebi, ölçü olarak Kur’an ve Sünnet’i değil bâtıl değerleri yahut kıt aklımızı aldığımızdandır. Diğer taraftan Müslümanım diyen herkesin bilmesi gerektiği gibi bizim yol haritamızı Kur’an ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) uygulamalarıdır. Bizler bu temel hakikatleri esas alırsak, şaşılacak bir durum yoktur. Olmamalıdır. SEÇİM Ülkemizde yapılacak olan seçim öncesi ciddi çok ciddi ölçüsüzlükler var. İnsanlar birbirlerini itham ediyor. Bırakınız itham etmeyi tehdit ediyor. Böyle bir atmosferde sağlıklı düşünmek, sağlıklı karar almak mümkün olabilir mi? En nihayetinde biri kazanacak bir de kaybedecek. Kazanan da kaybeden de bizim insanımız. Fakat bizler hepimiz bu ülkenin fertleriyiz. Birbirimizin yüzüne bakamayacak şekilde söz söylemek, davranışlarda bulunmak hiç kimseye yarar sağlamaz. Söyledikleri toplumu etkileyen bütün insanlar sözlerine çok dikkat etmelidir. Onlar ekranları başında veya gazete köşelerinde bir söz söyleyip, yazı kaleme alırken, taraftarları veya karşıtları ona göre pozisyon alıyorlar. Bu hırçınlık bizi sağlıklı bir yöne götürmez. Topyekûn dikkat etmeliyiz. Unutmayalım ki! Değerlerimiz, dengemizi ve ölçülü olmamızı; Ölçümüz ve dengemiz de hayata daha güzel bakmamızı sağlayacaktır.

KOALİSYON (Vehbi Koç Örneği)

Kitap, bilgi ve beceriyi artırmak, yeni bilgiler öğrenmek, yapılanlardan ibret almak; böylece iyi olanları yapmak, kötü olanlardan sakınmak için okunmalıdır. Öteden beri söylediğim bir husus vardır. Geçmişini bilmeyen halini değerlendiremediği gibi geleceğe de ümitle bakamaz. Bu yüzdendir ki, artısıyla- eksiğiyle Türk milleti olarak, geçmişimiz bizimdir. Bu durumu kabul temek durumundayız. Tarihimizde sevdiklerimiz vardır kızdıklarımız vardır. Gururlandığımız dönem olduğu gibi üzüldüğümüz dönem de olmuştur. Her ne olursa olsun sevsek de kızsak da tarihimiz ve tarihi şahsiyetlerimiz bizimdir. Yakın geçmişimizin önemli figürlerinden biri de Koç ailesinin bu duruma gelmesinde en önemli payı olan Vehbi Koç’tur. Detaylı olmasa da Türkiye’de “Koç ailesini” bilmeyen, duymayan hemen hemen yok gibidir. Benim bu aileyi tanımam, eski ismi ‘Güzel Sanatlar Akademisi’ yeni ismi ‘Mimar Sinan Üniversitesi’ öğretim üyelerinden Erol Toy’un “İMPARATOR” kitabıyla oldu. O kitaptaki Koç ailesiyle alakalı değerlendirmemi bir taraf bırakarak, aileyi yeni okuduğum ve bizzat Vehbi Koç’un yazdığı “VEHBİ KOÇ ANLATIYOR Bir Derleme” kitabıyla daha yakından tanımış oldum. Kitap 2018’de Yapı Kredi Yayınlarından çıktı. Bahsi geçen kitabı özellikle sanayici, esnaf ve genç müteşebbislerin okumasını tavsiye ederim. Kitap da girişimciliğin, kararlılığın nasıl olduğunu, işi bilenlerle çalışmanın gerekliliğini, çalışana imkân vermenin önemini görülecektir. Ticari olarak daha ziyade Cumhuriyetle var olan Koç ailesi sıradan bir aile değil. Bu aile, kurucu iradenin yanında ve yakınında bulunan; her fırsatta onlarla görüşüp konuşabilen, tavsiyelerini alıp, tavsiyelerde bulunan, devletle içli-dışlı olmuş, kazandırmış ama daha çokta kazanan bir ailedir. Bunu derken de hiçbir şeyleri olmayan, fakruzaruret içinde bulunan bir aile olduklarını söylemek istemiyorum. Cumhuriyet kurulduğunda Vehbi Koç’un babası, büyük çaplı değilse de çok da sıradan olmayan bir esnaftı. Vehbi Bey küçük yaşta babasına yardımcı olmuş. Bu durum onun, ticareti olduğu kadar toplumu da tanımasına vesile olmuş. Koç, kendi kabiliyetinin yanı sıra yaptıkları iş itibariyle olacak ki, ülke sosyolojisini iyi okumuş. İş değiştirmekten ve ortak olmaktan hiç çekinmemiş. Öyle ki, bakkallıkla başlayan ticari hayatı onu ülkenin en büyük sanayicisi olmaya kadar götürmüş. İktidarın, özellikle Mustafa Kemal’in desteğinin her daim yanında olduğunu da unutmamak gerekir. İçerde ve dışarda kim veya kimlerle beraber çalışması gerektiğine azami dikkat ederken, hemen her hükümet ve parti başkanıyla iyi geçinmiştir. Bunun da ötesinde olanlar ve olacaklarla ilgili kendilerinden bilgi aldığı, iyi diyalog kurduğu hükümet ve parti üyesi hep olmuştur. Vehbi Koç; ‘her ne kadar siyasetten uzak durmaya çalıştımsa da ne Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ne de Demokrat Parti (DP) kendilerine üye olmam konusunda hiç peşimi bırakmadılar.’ Diyecektir. Her ne kadar böyle dese de henüz genç yaşında önce 18 Mayıs 1919’da Rıfat Börekçizade’nin başkanlığında kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne üye olmuştur. Bu cemiyet daha sonra CHP ismini alacaktır. Koç, 1960’a kadar CHP üyesi iken 1950’dan sonra CHP üyeliğinden ayrılmak durumunda kalmıştır. Ama CHP zihniyetinden hiçbir zaman kopmamıştır. Yabancı ortaklığı ülkede ilk gerçekleştirenlerden biri olan Koç, yurt dışıyla çalışan en önemli iş insanlarındandır. Çok sayıda kurum ve kuruluşun sahibi olan Koç ailesi, ticaretten sanayiye elan Türkiye’nin en önemli iş kollarına sahiptir. KOALİSYON* İsmi geçen kitabı okuyanlar cumhuriyet döneminde Türkiye’de cereyan eden birçok olayı görecektir. Yakın tarihimize ışık tutan bu kitapta geçen koalisyondan ve koalisyonun nemenem bir olay olduğundan bahsetmek istiyorum. Koalisyonlarda, ortaklardan birinin beyazına diğerinin siyah dediği, ortak paydanın minimum olduğu, taviz verme adına yapılması gerekenlerin yapılmadığı, yapılmaması gerekenlerin de yapıldığı çok görülmüştür. Ülkemizde olumsuzluk adına birçok hususun koalisyonlar dönemlerinde yaşandığı bilinmektedir. Koç kitabında, koalisyonlu hükümetler zamanında nasıl sıkıntılar yaşadığına dikkat çekiyor. Çok önemli bir işinin sırf koalisyon ortakları yüzünden on yıl nasıl geciktiğine değiniyor. Bu anlayıştan hareketle çok partili sisteme geçtiğimiz 1946’dan günümüze kadar geçen sürede koalisyon dönemleri ile tek partili dönemler iyice incelenmelidir. 1923-1938 ila 1950-1960 yılları ülkenin kalkındığı dönemlerdir. Son yirmi yıl üzerinden bir değerlendirme yapmak gerkirse: Muhalefet partilerinin her türlü olumsuz muhalefetine, yapılan işleri sabote etmeye çalışmalarına, her çıkan kanunu mahkemelere götürmelerine rağmen hizmete yılmadan usanmadan devam edildi. Vesayet odakları bir bir sonlandırıldı. Bir takım eksikliklere rağmen, hemen birçok alanda ülke şaha kalktı. Yirmi yıl zarfında yani koalisyonsuz hükümetin yaptıklarından birkaç örnek vermek gerekirse; Cumhuriyet tarihi boyunca altı bin kilometre olan duble yol, yirmi bin kilometreye; savunma sanayiindeki yerlilik oranı %25’lerden %90’lara, virüs döneminde çok ciddi yararlılık gösteren şehir hastaneleri, dünyanın en büyük İstanbul Havaalanı, Yavuz Sultan Selim Köprüsü, 18 Mart Çanakkale Köprüsü, Anadolu’yu Avrupa’ya bağlayan Marmaray vs. KOALİSYON ve KOÇ Tek parti iktidarında yapılan işler hakkında verdiğim bu örneğin ardından Koç, kitabında koalisyonun olumsuzluklarını bakın nasıl anlatıyor; ‘On beş yıllık Atatürk devrinde, üç başbakan tarafından dört hükümet kuruldu. (…)’ 1960’dan sonra ‘çok partili siyasal hayatımızın son yirmi altı yılında kurulan hükümetlerin sayısı on sekizdir, bilhassa 12 Mart 1971 askeri müdahalesinden sonraki dönemde yapılan seçimlerde, koalisyonsuz bir iktidarın iş başına gelmesinin imkânsızlığı meydana çıkmıştır.’ … Hükümetlerin ortalama ömrü bir yıl beş ayı geçmemektedir. Bu bilgileri verdikten sonra Vehbi Koç diyor ki; ‘benim için, 1973-80 arası bir kâbustur. O olayları tekrar yaşamamak için ne tedbir gerekiyorsa hepsi alınmalıdır. Sözünü ettiğim bu devirde üç başbakan tarafından tam yedi hükümet kuruldu. En büyük sarsıntılar o yıllarda yaşandı. Seçimlerle hiçbir partinin tek başına iktidara gelemeyeceği anlaşılınca, bu defa, hükümet kurabilmek için küçük partilere ve bağımsız milletvekillerine akla hayale gelmeyecek tavizler verilmeye başlandı. Plan program iyice unutuldu. Politik yatırım uğruna hesapsız kitapsız işler yapıldı. (…) Karaborsa transferlere başvuruldu. İş âleminin kanun nizamı bozuldu. Devlet dairelerine politik tayinler yapıldı. İktidara gelen hükümetler KİT’lere kendi adamlarını yerleştirmekte yarıştılar. (…) Yatırımcılar ne yapacağını bilemediler. Döviz ve petrol bulunamadığı için işletmelerin büyük bir kısmı çalışamaz hale geldi. (…) Her biri başka anlayışta olan hükümet üyeleri hayati kararnameleri aylarca imzalamayarak kargaşayı iyice artırdılar… (S. 258…) Yukarda yazdıklarım yakın geçmişimizin dramatik olaylarıdır. Bunlar yaşandı. Tekrar yaşanmaması için tercihimizi sağlıklı yapmalıyız. Geçmişte yaşanan koalisyonlardan dolayı istenilen gelişmeyi bir türlü sağlayamadık. Nana muhtaç olduğumuz dönemler oldu. Gereksiz ağız dalaşıyla enerjimizi heba ettik. Öyle umuyorum ki feraset sahibi seçmenlerimiz, bu gerçeği bilerek hareket edecektir. Ahmet Belada · Koalisyon: Birden çok partinin bir araya gelerek oluşturduğu hükümet modelidir.

D A R B E İ Ç İ N D E D A R B E - D A R B E Y İ D A R B E Y L E Ö N L E M E K (9 ve 12 Mart 1971)

Hatıra, biyografi, portre, günlükler ve seyahat kitapları bana hep cazip gelmiştir. Bu tür kitaplarda insanları, tabiatı, şehirleri tanıyorum, olay ve olguları daha iyi anlamlandırıyorum. Böylesi kitaplar -kısmî sübjektiflik barındırsa da- çok istifade ediyorum. Bu günlerde; bir dönemin tanığı hukukçu, araştırmacı, teşkilatçı ve siyasetçi Rasim Cinisli’nin “Bir Devrin Hafızası -Anı-” kitabını okudum. Birbirinden değerli fikirleri ihtiva eden kitaptan, yakın tarihimizin yeterince irdelenmeyen iki olayını ve olayın mimarlarından bahsetmek istiyorum. Bazıları “Bu tür konular tarihin tozlu sayfalarında kaldı, bugün bunları yazmanın ne gereği var?” diyebilir. Fakat bu anlayışa katılmıyorum. Yakın ve uzak tarihimizi iyi bilmeliyiz. İyi bilmeliyiz ki, yapılanları ve yaşananları öğrenelim. Eğer yapılanlar doğruysa örnek alalım. Yanlışsa bu yanlışlara düşmeyerek ders çıkaralım veya tedbir alalım. Her ne kadar 60 darbesini yazmayacak olsam da 27 Mayıs İhtilali, her yönüyle çok iyi bilinmesi gerekmektedir. Çünkü Türkiye’nin ayarları 1960 İhtilaliyle bozuldu. Bu hareket öncesi ve sonrasıyla çok iyi tahlil edilmelidir. Bununla ilgili şu ifade çok da yanlış sayılmaz: Türkiye’de olumsuz ne varsa 27 Mayıs’tan sonra başladı. Maalesef ülkede onarılması mümkün olmayan yaralar bu dönemle birlikte başladı. 1960’dan 65’e kadar ülkenin yönetimi vesayet güçleriyle birlikte CHP’nin elindeydi. Gençlik de onların himayesindeydi/kontrolündeydi. O tarihlerde adım başı sol derneklere rastlamak mümkündü. Ülkede meydana gelen her olumlu veya olumsuz hareketin ardında CHP zihniyeti vardı. Toplumu istediği gibi manipüle edebiliyorlardı. Normalde demokrasiden bahseden kişi veya kurumlardan beklenen, demokrasi dışı hareketlere karşı çıkmalarıdır. Sözüm ona iki lafından biri demokrasi olan CHP yöneticileri, bırakın 27 Mayıs darbecilerini kınamayı, darbe gününü bayram ilan edip, darbecilere muhtelif payeler verdiler. Darbe yapanın iltifat gördüğü, ödüllendirildiği bir ülkede asker rahat durur mu? Fırsat buldukça, gerek gördükçe bunu denemek ister. Nitekim 27 Mayıs darbesini yeterli bulmayan Madanoğlu ve ekibi aynı tarihlerde ikinci bir darbeye kalkıştı… Cumhuriyet tarihi iyi irdelenirse görülecektir ki, darbe girişiminde bulunanların ardında CHP zihniyeti görülecektir. Tek parti döneminden sonra bir türlü tek başına iktidara gelemeyen bu siyasi kadro tamamen farklı yallara başvurmuş veya farklı yollara başvuranları alkışlamışlardır. TANIKLARIN DİLİNDEN 9 VE 12 MART MUHTIRASI Sivil kanadını Siyasal Bilgiler Fakültesinde hocalık yapan Mihri Belli’nin, asker kanadının başını da CHP’nin 1980’deki Cumhurbaşkanı adayı Muhsin Batur’un çektiği ekip, 9 Mart 1971’de darbeye hazırlanıyorlardı ki, onların bu çalışmalarını öğrenen diğer askerî erkân/cuntacılar, çarçabuk 12 Mart’ta Muhtıra verdiler. 12 Martçılar, “Biz 12 Mart Muhtıra’sını 9 Mart’ta yapılması tasarlanan Marksist-Komünist bir darbenin önünü kesmek için alelacele verdik.” Diyecekler. Muhtıra sonrası Başbakan Süleyman Demirel fötrünü alıp giderken, onun yerine tarafsız (!) CHP’li ara rejim başbakanı Nihat Erim’i getirildi. Çiçeği burnunda Başbakan Erim: “12 Mart müdahalesi olmasaydı, Türkiye’nin bir gece içinde kanlı bir hükûmet darbesiyle başka bir rejimin kucağına düşme tehlikesi vardı.” diyecektir. Sözüm ona yine tarafsız (!) CHP’li bir diğer ara rejim başbakanı Ferit Melen: 9 Mart girişimiyle ilgili: “Dışarıdan organize edilip beslenen ajanlarla Türkiye’yi parçalayıp yıkma teşebbüsünün olduğunu” söyleyecektir. Darbeci askerlerden haberi olmayan Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç da: “Biz az daha bekleseydik bizi de (Cevdet) Sunay’ı da (dönemin Cumhurbaşkanı) atlayıp geçeceklerdi.” diyor. 9 Mart’ın organizatörlerinden Tümgeneral Celil Gürkan da: “9 Mart olsaydı 150 kişilik Devrim Konseyi ve Devrim Mahkemeleri kurulacaktı. Devrimci anayasamız da hazırdı.” diyecektir. Uğur Mumcu’nun deyimiyle: “Devrim Anayasası, (dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı, CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı) Muhsin Batur’un karargâhında hazırlandı.” diyor. 9 Mart’ın başrol oyuncusu Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur da: “Komuta kademesi yani biz dörtler (kuvvet komutanları) radikal sola dönüktük. Şahsen ben bir düzen değişikliği ile Türkiye sorunlarının çözüleceğine inanıyordum. Bir kısım arkadaşlar da özgürlük ve demokrasiden vazgeçilerek sonuca varmak istiyorlardı.” (I) Yukardaki alıntılar bizzat kendi hatıralarından ve zaman içinde verdikleri demeçlerden alınmıştır. Dışarıdan (Moskova) destekli solcu üniversite talebeleri, ortalığı karıştırırken, anarşi almış başını giderken, maalesef o zamanki askeriyemizin içinde de dışarıyı aratmayacak şekilde kaotik bir durum vardı. Deyim yerindeyse kimin eli kimin cebinde belli değildi. 9 Mart Marksist-Komünist darbe hazırlığı ile 12 Mart Muhtırası bu kargaşa ortamında yapılmıştır. İstikrarın olmadığı, sağlıklı yönetimin bulunmadığı yerde her an her şey olur. Türkiye’nin o zamanki hâli de böyleydi. Belki de buradaki temel sorun, solcu ve Batıcı zihniyetin kendi değerlerine yabancı olmalarıydı. O anlayış hâlâ devam etmektedir. Darbe yapmalarına, iktidarı hileyle de olsa elde etmelerine rağmen istediklerini bir türlü gerçekleştiremiyorlardı. Bu yüzden olacak ki, gözleri hepten vesayet odaklarındaydı… Tekrar 9 Mart’a gelecek olursak, karargâhında Devrim Anayasası hazırlanan Marksist Muhsin Batur ve arkadaşlarına ne yapılmış dersiniz? Yargılandı mı? Hapse mi atıldı? Yoksa sürgün mü edildi? Hayır hayır! Onlara devletin üst kademelerinde görevler verildi/aldılar. Yukarda değindiğim gibi 9 Mart’ın elebaşlarından Muhsin Batur 1980’de CHP’nin yedinci cumhurbaşkanı adayı oldu! Yanlış duymadınız CHP’nin cumhurbaşkanı adayı! Yunanistan bile Karamanlis Hükûmeti döneminde ‘cuntacı subayları’ yargıladı ve cezalandırdı. BÜYÜK GELİŞME Ak-Parti, nasıl askerlerin çalakalem yazdıkları 27 Nisan 2007’deki “E-Muhtıra” karşısında durduysa, 12 Eylül 1980 darbesini yapan generalleri 2014’te, 28 Şubat 1997 postmodern darbe girişiminde bulunan askerleri de 2013’te yargılamaya başladı. Darbeci generaller hak ettikleri cezaları aldılar. Bu yargılamaların ardından vesayet odakları çok büyük oranda tasfiye edilmiş oldu. Yargılama tarihinden sonra ‘boyalı’, ‘iri’ gazetelerin sayfalarındaki ‘…bir üstsubay asker…’ beyanatları görülmez oldu. Askerlerin karşısında hazır ola geçen -sözüm ona demokrat gazeteciler!- sus-pus oldular. Bırakın genelkurmay başkanını, kuvvet komutanlarını ve hatta Millî Güvenlik Kurulu genel sekreterini dahi bütün millete ezberlettiler. Şimdi bunların kim olduğunu çoğumuz bilmiyor. Eğer istenen demokrasiyse, vesayet odaklarından kurtulmaksa al sana vesayetten kurtuluş… Konuyu bağlamından koparmayalım. 9 Mart ve 12 Mart muhtıracılarıyla devam edelim. Muhsin Batur’un anılarını 1990’da askerlik yaparken okudum. Hatırımda kaldığı kadarıyla orada: “Biz bazı gazetecilerin makalelerini özenle takip ederdik. Takip ettiklerimizden biri de İsmet İnönü’nü damadı Metin Toker’di. Yazının içeriğine göre mesajımızı alır, ona göre davranırdık.” Yine aynı kitapta ABA (asker-bürokrat-aydın) formülünden bahsediyor. Aşağıda kısmen değineceğim gibi ‘YÖN Hareketi’ tam da bunu sağlıyordu. Yapılacak bir işi görüşüp, yazıp hemen yürürlüğe koymaya çalışıyorlardı. Askerlerin kendilerinden direktif aldıkları bir diğer grup da Doğan Avcıoğlu’nun başını çektiği devrimci YÖN ekibiydi. Onlar çıkarttıkları ‘YÖN Dergisi’yle bir taraftan yönlendirici ideolojik yazılar yazarken diğer taraftan da sivil-asker ve akademisyenlerden oluşan kadroyu örgütlüyorlardı. Bu ekibin siyasi ayağını da CHP çekiyordu. Çünkü orada ismi olanların kahir ekseriyeti CHP’lilerden oluşuyordu. Bu topluluk ülkeyi sürekli kargaşa içinde gösteriyordu. Birçok yönüyle ülkeyi yanmış, mahvolmuş gibi gösteriyorlardı. Eften-püften sebeplerle talebeleri sokağa döküyor, üniversiteleri karıştırıyorlardı. Tıpkı 27 Mayıs darbesi öncesinde yaptıkları gibi. Bunu yapanların birçoğu tuzu kuru bir avuç mutlu azınlıktı. Bunlar nasıl 1960 Darbesiyle milletin, özellikle de Anadolu insanının, muhafazakâr kesiminin gözünü korkutmaya çalışmışlarsa aynı senaryoyu şimdilerde yine yapmaya çalışıyorlar. Hasan Basri Bey’in ifadesiyle hiç fakiri olmayan güya solcu ‘Beyaz Türkler’, kendilerini devletin gerçek sahibi, diğerlerini de ‘göbeğini kaşıyanlar’ diye aşağılamaktalar. Bu anlayışın, günümüzde de sürdürmek istedikleri bilinmektedir. Kendilerini güçlü göstermeye çalışsalar da ellerindeki kozların büyük çoğunluğunu kaybettiler. Tekrar elde etmek için tavır değiştiriyorlar. Yeniden vücut bulabilmek için ‘takıyye’ yapıyorlar. İftarlara katılıp, Hırka-i Şerif’i ziyaret edip, muhafazakâr kesimin gözünü boyayamaya çalışıyorlar. Bunun semeresini de almıyor değiller. Nitekim bazı muhafazakâr ve dindar kesimi de yanına alarak/göstererek iktidar olmaya çalışıyorlar. Anadolu irfanı diye bir şey varsa ki, var olduğuna gönülden inanıyorum. Gönül dünyası zengin, irfanı yüce bu Anadolu insanı, artık nabza göre şerbet veren insanları iyi tanıyorlar… Ahmet Belada ------------------0----------------- · Kalkınmada Bir Strateji Arayışı YÖN Hareketi, Prof. Dr. Hikmet Özdemir, Bilgi Yayınları I- Rasim Cinisli, Bir Devrin Hafızası, Doğan Yayınları, İstanbul, 4. Baskı, Aralık 2022, S.345-370

“BUNLAR GELİRSE GİTMEZ”

Tarih sanırım 1992’iydi. Ahmet Taşgetiren Nevşehir’de benimde bulunduğum bir grup arkadaşla muhabbet ediyordu. Muhabbetin konusu, batılıların Türkiye hakkındaki düşünceleriydi. O düşüncelerden biri din görevlileri diğeri de siyaset, siyasette de dindar kesimin iktidar mücadelesiydi. Yaşı müsait olanlar hatırlayacaktır. Doksanlı yıllar ülkedeki siyasi durumu hiç de iç açıcı değildi. İşler her geçen gün kötüleşiyor, kurulan siyasi koalisyonlar, yapılan kirli pazarlıklar almış başını gidiyordu. İnsanlar güveneceği siyasi bir kadro arıyordu. Aradıkları siyasi kadro hak ve hukuka dikkat eden, yemeyen, içmeyen, hakkaniyetle iş yapan birileri olmalıydı. Bu tarif “Millî Görüş” kadrolarını işaret ediyordu. Çünkü onlar İstanbul ve Ankara’nın da içinde olduğu birçok şehrin ve ilçenin belediye başkanlığını almışlardı. Öyle güzel icraatlar da bulunuyorlardı ki, millet iktidarı da bunlara vermeyi düşünmeye başladı. Batılılar gelmekte olanın geleceğini fark ettiler. Bu yüzden ülke içinde irtibatlı oldukları yandaşlarına, Milli Görüşçülerin de içinde olacağı bir koalisyon önerisinde bulundular. Şayet koalisyon başarılı olup ta iktidardan ayrılmayacak olurlarsa diğeri ortağı çekilebilirdi. Nitekim 1995’de yapılan milletvekilliği genel seçiminde Millî Görüş (Refah Partisi), aldığı %21.4 oy ve kazandıkları 158 milletvekiliyle birinci parti oldu.(I) Hükümeti kurma görevi alan Erbakan’la diğer partiler ortak olmak istemediler. Hükümet kurulamadı. Kendileri de hükümet kurmakta zorlandılar. İte kaka da olsa Mesut Yılmaz’ın genel başkanlığını yaptığı ANAP ile Tansu Çiller’in başında olduğu DYP koalisyon kurdular. Ortaklık çok kısa sürdü. Ardından Necmettin Erbakan’ın başında bulunduğu Refah Partisi ile Çiller’in partisi yeni bir koalisyon kurdu. Refah-Yol diye siyasi tarihimizde yerini alan hükümetin ömrü yaklaşık on ay sürdü. Bu süre içinde ekonomi başta olmak üzere son yılların en parlak dönemi yaşandı. Özellikle sabit gelirlilere verilen zam, o ana kadar verilenlerin en yükseğiydi. İlk defa ‘Denk bütçe’ ve ‘havuz sistemi’ oluşturuldu. Ülke adeta şaha kalktı. Yapılanlardan vatandaş son derece memnundu. Fakat kendilerini ülkenin gerçek sahibi gören, ‘beyaz Türkler’ diye tanımlanan, toplumun gerçek değerlerine yabancı, bir avuç mutlu azınlık; Anadolu insanını hakir görüyor, ortaya çıkan gelişmelerden rahatsızdı. Bu rahatsızlıklarını da gazete manşetlerinde, köşe yazılarında, demeçlerinde yazmaya, söylemeye başladılar. Hassaten “üst düzey bir asker” diyerek meçhul beyanatlarla vesayet odaklarını memnun edecek açıklamalarda bulunuyorlardı. Bunları da -sözüm ona- demokrat olduklarını söyleyen yapıyordu. Toplum üzerinde algı oluşturmak için de köşelerine taşıyıp, manşetler atıyorlardı. Ülkede “irtica” furyası aldı başını gidiyordu. Sanki yarın-bir gün şeriat ilan edilecekti! Nerede bir takkeli genç görseler, nerede bir çarşaflı kadın ve sakallı erkek görseler, nerede bir namaz kılan insan görseler, doğrudan söyleyemeseler de “Orta çağ karanlığı” tabiriyle Peygamberimize ve onun değerlerine hakaretler ediliyordu. Kısaca onlara göre ülke alev alevdi. Refah-Yol iktidarda iken tarihe “28 Şubat” diye geçen, meşum gün yaşandı. 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulunda (MGK) tam dokuz saat süren bir görüşme gerçekleşti. Toplantının asker kanadı Başbakan Erbakan’ı, buram buram terlettiler. Onunla da yetinmeyen bazı askerler, özellikle dönemin deniz kuvvetleri komutanı Güven Erkaya toplantıda ahlaksızlık yaparken, Osman Özbek denen bir diğer asker bozuntusu da ağza alınmayacak hakaretler ettiler... Toplantı sonunda mütedeyyin kesimi zora sokacak kararlar alındı. “Postmodern darbe” olarak kayıtlara geçen 28 Şubat, laikleri ve zinde güçleri memnun ederken, ülkenin dindar ve gerçek vatandaşlarını çok ciddi rahatsız etti. Yaptıkları olumsuzlukların yansıra bu durumun ‘Bin yıl süreceğini’ söylüyorlardı. Maalesef bazı siyasetçiler de anti demokratik bu çirkin duruma taraftar oldular. O tarihten sonra ülkede sıra dışı işler yaşandı… Alınan MGK kararlarının ardından batılıların hakkımızdaki yorumları hissedilmeye/görülmeye başlandı. Hükümet ortağı DYP, çözülmeye başladı. Her gün bir bakan veya birkaç milletvekili partiden istifa ediyordu. Demirel’in de çomak sokmasıyla Çiller’in partisi güneşin karşısındaki buz gibi eriyordu. Koalisyondaki protokolleri gereği Başbakan ile Başbakan yardımcısı (Erbakan ileTansu Çiller) konumlarını değiştirmek üzere dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e gittiler. Demirel, bunu kabul etmedi. Başbakanlık görevini, siyasete kendinin kazandırdığı Çiller’e vermekten ziyade Mesut Yılmaz’a verdi. DYP’den ayrılan ve yeni kurulan partinin de içinde olduğu üçlü bir koalisyon kuruldu. (Ana-Sol-D). Böylece Refah-Yol hükümeti bozulmuş oldu. Yamalı bohça görünümündeki yeni hükümet, bir müddet sonra bozuldu. Seçime gidildi. Seçim sonrası DSP-MHP koalisyonu kuruldu. Üç yıl bile sürmeyen bu koalisyon da bozuldu. Ülke sağlıklı yönetilemiyor ciddi sıkıntılar yaşanıyordu. Fakat hamiyetperver millet, ne 28 Şubat’ı, ne Refah-Yol hükümetinin başına geleni, ne de İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, Milli Eğitim müfredatında olmasına rağmen okuduğu bir şiirden dolayı hapse girmesini unutmadı. AK-PARTİ RP’de yenilenme/değişim hareketi başladı. Erbakan’ın parti genel başkanlığından ayrılmasını isteyen “yenilikçi ekip” bayrak açtı. Erbakan’la görüşmeler yapıldı. Değişik alternatifler üzerinde duruldu. Her ne yapılmışsa, değişik teklifler getirilmişse de maalesef Hoca, bir türlü ikna edilemedi. (Bu arada Erbakan ve Erdoğan siyasi yasaklı) Yapılan ilk kongrede Recai Kutan’ın karşısına yenilikçiler adına Abdullah Gül genel başkan adayı oldu. Gül, kongrede ciddi oy aldı. Bu sonuç yenilikçi ekibi ümitlendirdi. Kongre sonunda eli güçlenen yenilikçi ekip, tekrar görüşmeler yaptılar. Bu çaba da bir netice vermeyince yeni bir parti kurma çalışmalarına başlandı. En nihayetinde 14 Ağustos 2001’de Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında Ak-Parti kuruldu. Yaklaşık dört ay sonra Kasım 2002’de yapılan milletvekilliği genel seçimlerinde aldıkları 34,34 oy oranıyla birinci parti oldu ve 365 milletvekili çıkardı. Erdoğan siyasi yasaklı olduğu için Abdullah Gül Başbakan oldu. Daha sonra siyasi yasağı kaldırılan Erdoğan, 15 Mart 2003’de yeni başbakan oldu. 2002 Kasım’dan 2023’e 21 yıldır Ak-Parti iktidarda. Bu durum, Türk siyasi tarihinde olduğu gibi batı siyasi tarihinde de bir ilktir. Unutmamak gerekir ki, Ak-Parti’nin muhalifi gene Ak-Parti’nin kendisidir. Kuruluş felsefesine riayet ettiği müddetçe kolay kolay yıkılmaz. Gene görülen o ki, bu iktidarı dışardan birilerinin yıkması çok mümkün gözükmemektedir. 14 ve 28 Mayıs 2023’de yapılan seçimlerin galibi Erdoğan ve Cumhur ittifakıdır. Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere Cumhur ittifakının diğer bileşenleri; muhalefetin dillendirdiği, milletin yaşadığı sıkıntıları görmeliler, seçmenin verdiği krediyi iyi değerlendirmeliler. Halk tarafından ikinci kez Cumhurbaşkanı seçilen Recep Tayyip Erdoğan, 21 yıldır iktidarda olmasına, ciddi ekonomik sıkıntıya, yüz ve ses eskimesine, bunca yıpranmaya, dışardan ve iiçerden bunca karşıtlığa rağmen girdiği bütün seçimleri kazandı. Tüm bu olanlara rağmen insanlar nezdinde hala bu kadar seviliyor ve destekleniyorsa bir sebebi olmalıdır. Kanaatimce bunun başlıca sebepleri; a- Samimi ve sahici, b- Yaşadığı tolumun değerlerine sahip, c- Yaşadığı toplumun değerlerine saygılı, d- Kendisiyle barışık, e- Kendini bildiği kadar muhataplarını da iyi biliyor, f- Saygı gösterip, saygı görüyor, g- Seviyor ve seviliyor, h- Gönle hitap eden konuşmaya sahip, i- İnançlı, j- Kararlı, k- Azimli, l- İddialı, m- Planlı olmasıdır. Böylece batılıların; “bunlar gelirse gitmez” şeklindeki yorumları doğru çıkmış oldu. Erdoğan’ın başarısındaki diğer sebeplerinden biri de Allah’ın yardımı, insanların duasıdır. Onunda bu yardımları yanında hissetmesi ve onlara güvenmesidir. Ahmet Belada -------------0------------ I-RP 158 milletvekili çıkarırken, ANAP 132, DYP 135, DSP 76, CHP 4

TULEKĀ “…Hepiniz Serbestsiniz…”

Çok partili sisteme geçtiğimiz 1946’dan bugüne ülkemizde genel ve yerel seçimler yapılmaktadır. Seçimi kazananlar bizleri yöneteceği için her seçim önemli olmuştur. 14-18 Mayıs 2023 Milletvekilliği ve Cumhurbaşkanlığı seçimi de. 2018’deki anayasa değişikliğiyle Başkanlık sistemine geçildi. O tarihte yapılan Başkanlık seçimini mevcut Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan kazandı. 14 Mayıs 2023’de milletvekilliği genel seçimleriyle birlikte Başkanlık seçimi de yapıldı. Sistem gereği seçime belirli ittifakla girildi. Parlamento aritmetiği 14 Mayıs’ta Cumhur İttifakının lehine sonuçlandı. Başkanlık seçiminde hiçbir aday 50+1 oranında oy alamadığı için seçim ikinci tura kaldı. 28 Mayıs’ta yapılan ikinci tur seçimine, Cumhur İttifakının adayı Recep Tayyip Erdoğan ile Millet ittifakının adayı Kemal Kılıçtaroğlu katıldı. Seçimin galibi %52,18 oy alan Erdoğan oldu. Hiç şüphesiz kazanan sevinir kaybeden üzülür. Bu durum son derece tabiidir. Sevinirken olsun üzülürken olsun dozajı kaçırmamak gerekir. Hayatın her alanında ve her zaman mutedil olmak esastır. Ezeli ve Ebedi Önderimiz, “aşırılar helak olmuştur” buyuruyor. O’nun böyle buyurmasına rağmen hemen her konuda maalesef aşırıya gidenler olmuştur. Bu seçimlerde de hem propaganda sürecinde hem de seçim sonrasında aşırılıkların yaşandığı bilinmektedir. Şu iyi bilinmelidir ki, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan bizler, bu ülkenin insanlarıyız. Sosyal hayatın herhangi bir yerinde yolumuz bir şekilde kesişebilir. O halde birbirimizin yüzüne bakamayacak söz ve davranıştan şiddetle uzak durmalıyız. Galibiyetin olduğu gibi, mağlubiyetin de bir ahlakı vardır. Seçim özelinde izah etmek gerekirse, her siyasi parti, belirli ilkeler çerçevesinde ülkeyi yönetmek ister. Yönetmek isterken de planı programı doğrultusunda insanları ikna etmeye çalışır. Belirlenen süre içerisinde koşar koşturur, kendini ifadeye çalışır. Seçim tarihi geldiğinde de seçmenler tercihini yapar. Sonunda birileri kazanır diğerleri kaybeder. Bu durum ne kazanan açısından ne de kaybeden açısından dünyanın sonu değildir. En nihayetinde kazanan, verdiği sözler gereği şayet başarılı olamazsa bir sonraki seçimde millet yönetim erkini ondan alır bir diğerine verir. EMPATİ Mensubu olmakla gurur duyduğumuz dinimizin insanlığa kazandırdığı, en önemli ölçülerden biri, belki de birincisi empatidir. Empati, en kestirme tanımıyla kişinin, kendini ikinci şahsın yerine koymasıdır. ‘Kendin için istediğini kardeşin içinde istemek; kendin için istemediğini kardeşin için de istememektir’ bu temel düsturdan hareketle insanları kırıp dökmeden hareket etmeli söz söylenmelidir. GALİBİN AHLAKI Hayatın hemen her alanında yegâne örneğimiz Hz. Muhammed’dir. Mekke’nin fethinden sonra Efendimizle şehir halkı arasında şöyle bir diyalog geçer. “(…) Mekke’ye giren Resûl-i Ekrem kendilerine yapılacak muameleyi endişe ile bekleyen Mekkelilere, “Size ne yapacağımı düşünüyorsunuz?” diye sormuş, onlar da “Senden iyilik bekliyoruz, çünkü sen hayırlı bir kardeşsin” cevabını verince, Efendimiz de; “Size Yusuf’un kardeşlerine hitap ettiği gibi hitap edeceğim” diyerek, “Bugün sizler azarlanıp kınanmayacaksınız; gidin, hepiniz serbestsiniz” (tulekā) buyurmuştur. (…) (I) Ayrıca “Bugün artık sizler hiçbir şekilde hakir görülmeyeceksiniz. Haydi şimdi dağılın, hepiniz hür ve serbestseniz” diyerek Mekkelileri rahatlattı. O’nun bu sakinliğini ve merhametini gören Mekkeli müşrikler, yanına gelerek ona biat etmeye başladılar. (II) Kalp kazanmanın yolu, müsamaha ve hoşgörüdür. Seçimi kazanan parti mensupları, kendince olgunluk içinde aşırıya kaçmadan eğlenebilir. Sevinebilir. Bu da diğerlerine sövüp-saymadan, el-kol hareketi yapamadan olmalıdır. Aksi durum gayr-ı ahlakidir. Yukarda ifade ettiğim gibi, hoşlanmadığın sözü söylememelisin, hoşlanmayacağın hareketi yapmamalısın. “Su-i misal emsal olmaz” (mecelle) Ama onlar olsa daha fazlasını yapar! Bunu bilmiyorsun. Hem öyle bile olsa yanlış yanlıştır. Onu yapanlar örnek alınmaz. MAĞLUBUN AHLAKI Hiç şüphesiz her kazananın bir de kaybedeni olacaktır. Kazanan açısından olsun, kaybeden açısından olsun hayat devam etmektedir. 15 Mayıs’ta olduğu gibi 29 Mayıs’ta da güneş yine doğdu. Hepimiz o güneşten faydalanıyoruz. Yağmur yine yağıyor. Ortalık da allak bullak olmadı. Kimsenin nefesi kesilmedi. Herkes nefes alıyor. Her şey yerli yerince ve herkes işinde gücünde. Kaybeden neden kaybettiğini, neleri yapması gerekip te yapmadığını düşünüp, kendini hesaba çekmelidir. Kaybeden için hiç şüphesiz en kolay iş, kaybedişine şu veya bu şekilde mazeret bulup ikinci şahsı suçlamaktır. Kaybedenin yapacağı bir diğer husus da aynı ekibin içinde bu işi daha iyi yapacağına inandığı bir ekibe görevi devretmesidir. Bu yazıyı yazmama sebep gazeteci Özlem Gürses’tir. Gürses sosyal medya hesabında canlı olarak; “CHP genel merkezinde dün gece çok kişi ağladı. Milletvekili ağladı, grup başkanvekilleri ağladı. Oldukça duygulu bir geceydi. Ben en çok gençlik kollarındaki gençlerin ağlamasına üzüldüm. Ben zaten en çok gençlere üzülüyorum” diyor. Üzülmemelidir. Üzülüyorsa bunun sebebi kendisi veya kendisi gibi tarafgir gazeteci ve yorumculardır. İnsanları kesin kazanacağız diye şartlandırıyorlar, kaybedince de ağlıyor ve ağlatıyorlar. Bütün bunlar gösteriyor ki, özelde CHP, genelde millet ittifakı, kendilerini kazanmaya çok şartlandırmışlar. Oysa yarışa giren herkes, kazanmanın olduğu kadar kaybetmenin de mukadder olduğunu bilmelidir. SOSYAL MEDYA Sosyal medya ve televizyon yorumcuları, seçim döneminde olsun sair zamanda olsun çok takip ediliyor. Kabul etmek gerekir ki, insanların birçoğu burada gördükleri ve duyduklarına göre hareket ediyor. Sosyal medyada güzel nükte, söz ve görüntülerin yanı sıra; ağza alınmayacak laflar da ediliyor. İnsan dinlemeye, bakmaya hicap ediyor. Seçim akşamı muhalif addedilen TV’deki yorumcuları dinledim. Allah aşkına nedir onların hali! O yorumcuları dinleyenler, diğerlerine nasıl bakacağını varın siz düşünün… İnsanları bu kadar şartlandırmaya, kindarlaştırmaya ne gerek var. İşler onların istediği gibi olmayınca da takipçileri gayet tabi ağlıyorlar, ağlamakla kalmayıp, diğerlerine de sövüp sayıyorlar. Kutuplaşma böyle oluşuyor. Mahcup olmamak, taraftarlarımızı üzmemek için biraz daha realist beyanlarda, açıklamalarda bulunamayız mı? Sorumlu davranılmadığında görülüyor ki, kaybedenler ağlıyor veya üzülüyor. Yaşadıklarımız bunlar değil mi? SANATÇILAR Bir kesimin tamamını aynı sepete koymanın doğru olmadığına inananlardanım. Bu ifademle sanatçıları kastediyorum. Bunlardan bazıları yaptığı yardımı başa kakıyor, bir kısmı galiz kelimeler kullanıyor. Bir diğeri yaşadığımız dönemi karanlık kabul ediyor. Bir başkası ülkeyi terk etmeyi düşünüyor. Birileri de nefes alamadığını söylüyor vs. Allah aşkına bunlar ne kötü ne çirkin laflar. Unutmayınız sizi herkes dinliyor/izliyor. Sizin dediğinizin hilafında bir durum oldu. Şimdi ne yapacaksınız? Milletin yüzüne nasıl bakacaksınız? Bu kadar ayrıştırıcı ricit davranış niye! Toplumun değerlerine yabancılaşmayı, tepeden bakmayı, kendiniz gibi düşünmeyenleri aşağılamayı bırakın. İşinizi yapın. Olumsuz hezeyanlar hiç kimseye bir şey kazandırmaz. Herkes sorumlu davranmalıdır. En çok ta söylediği, bağlayıcılık özelliği taşıyan ve her daim milletin gözü önünde olanlar. Bunlar: siyasetçiler, sanatçılar, sporcular, gazeteciler ve din görevlileridir vs. Hulasa; duyguları, hisleri olan varlıklar olarak, yeri gelir güleriz. Yeri gelir ağlarız. Yeri gelir üzülürüz, yeri gelir seviniriz. Yeri gelir severiz yeri gelir nefret ederiz. Fakat bu durum her zaman aynı olmaz. Yukarda da değindiğim gibi Tulekâ ve empatiyi, hayatımızın olmazsa olmazı haline getirmeliyiz. Aynı ülkenin fertleri olarak, sevelim sevilelim. Dünya kimseye kalmaz. Güzeller Güzeli Peygamberimizin ifadesiyle; “sevmeyende ve sevilmeyende hayır yoktur.” Ahmet Belada ------------------0-------------- I- TDV İslam ansiklopedisi II- Son Peygamber Hz. Muhammed (Siyer-i Nebî), Prof. Dr. Eyüp Baş, S.153

Ali Abdülkerim Halife’nin Yavuz Sultan Selim’e Verdiği: RAPOR

Söyleyen açısından meşakkatli olsa da doğruyu doğru şekilde söyleyenlere her daim ihtiyacı vardır. Özellikle yöneticiler için, onlar işinin çokluğu veya makamının gereği olarak her daim halkın içine giremeyebilir. Hal böyle olunca, toplumla iç içe olan birilerini yanında bulundurmalı, bulundurmakla da kalmayıp, onlarla sık sık istişare yapmalıdır. Bu hassasiyete riayet eden yöneticiler başarılı olur. Tıpkı Büyük Selçuklu devletinin efsane veziri Nizamülmülk gibi. O, dünyaya, makama ve mevkie tama etmeyen, her hâlükârda gerçeği usulünce söyleyebilen, Gazali’nin tasavvuftaki örneği Ali Farmedî* ile istişare ederdi. İlmi dehası, siyasi anlayışıyla toplumun benimsediği Nizamülmülk’ü gerek ulemadan ve gerekse halktan birçok kimse ziyaret ederdi. Kapısı herkese açık olan vezir, gelenlere muhtelif ihsanlarda bulunur, görüş ve düşüncelerini alır ardından yolcu ederdi. Zaten onların birçoğu tabasbusça bir eda ile onu överdi. Ali Fârmedî, ziyaretine geldiğinde ise onu tazimle karşılar, kendi makamına oturtur ikramda bulunur, söyleyeceklerini de can kulağıyla dinlerdi. O, övmekten ziyade yapmayıp ta yapması gerekenleri hatırlatır, halka iyi davranmasını öğütler, nefsine ağır gelse bile söylenmesi gerekenleri söylerdi. (I) Benzer bir durumu Ali Abdülkerim Halife, Osmanlının gözü pek ihtişamlı padişahı Yavuz Sultan Selim’e yapmış. Bilindiği üzere Yavuz, II. Beyazıt -namı diğer- ‘Veli Beyazıt’ın oğludur. Osmanlının sekizinci padişahı olan II. Beyazıt, yaklaşık otuz yıl iktidarda kaldı. Özellikle iktidarının son yılları çok parlak değildi. Devlet yönetiminden o kadar uzaktı ki, insanlar arasında, İstanbul ve Edirne padişahı kabul ediliyordu. Yönetimi -deyim yerindeyse- tamamen vezirlerine bırakmıştı. Bunun da ötesinde saltanatı büyük oğlu Ahmet’e bırakmaya hazırlanıyordu. Sultan’ın bu niyetini öğrenen bazı vezirler ve yeniçeriler, şehzade Ahmet’in mevcut olumsuzlukların üstesinden gelemeyeceğini bildikleri için, bu işin üstesinden ancak Trabzon valilisi Yavuz Sultan Selim’in geleceğine inanıyorlardı. Böyle düşünenler, gizli ve özel bir çalışma neticesinde Yavuz’u Trabzon’dan İstanbul’a getirdiler. Tahta oturan Yavuz, ilk iş olarak babasına ve Osmanlı’ya büyük sıkıntı çıkaran amcası Cem sultan gibi sorun olabilecekleri endişesiyle, başta kardeşleri Ahmet ve Korkut olmak üzere bütün emirleri/şehzadeleri kontrol altına aldı… HERKESİN BİR ÖĞÜTÇÜSÜ OLMALIDIR Yavuz Sultan Selim’in tahta oturuşunun henüz ilk zamanlarında, huzura çıkarak, “Güzel Sultanım”, “Selim-i Cihan Canım” diye hitap eden Ali Abdülkerim Halife, ülkenin içinde bulunduğu hali yazılı bir raporla takdim eder, şifahen de arz eder. Halife, “biri tokluktan öle, biri yokluktan öle” diyerek toplumda cereyan eden bütün olumsuzluğa dikkat çeker… Raporda dikkat çektiği hususlar: I- Rüşvet, başta kadılar olmak üzere bu işin yaygın olması… II- Cinsi sapıklık… “Okuduğunu tutmaz ve Kuran’ı işitmez (?) âlimler elinden ve kadılar elinden ve fetvasını tutmaz müftüler elinden ve takvasını tutmaz şeyhler ve sûfiler elinden…” III- ‘Bennâk vergisi’ bir yerde –varlık vergisi- denebilir. Kişi başı otuz üç akçe alınıyordu… IV- Miras, ölenin erkek çocuğu yoksa kaç tane kızı olursa olsun menkul ve gayr-ı menkul bütün varlıklarına el konuyordu… V- “Gerdek değer” veya “gerdek değdi” evlenenlerden alınan altmış akçe… (rakamlar dul ve bekârların durumuna göre değişmektedir) sadece bu kadar değil ayrıca kadı için 25, imam için 5, müezzin için 3, mahalle kethüdası için 1, asesbaşı için 10, diğerleri için 20 akçe daha ödenmektedir. VI- Ulak (haberci) haksızlığı… Ulaklar uğradığı her menzilde istediği atı istediğinden alabiliyor, istediği gibi yiyip-içiyordu… VII- Uyuşturucu: “Cümle âlem öyle hamr’a, zinaya, livataya, ribaya” devam eder oldular ki “bu efâl-i habiseyi günah deyüp günah bilmez oldular” ona göre çirkin telakki olunması lazım gelen bütün bu haller o gün için kınanmamakta, hatta hoş görülmektedir. Bilhassa bütün kötülüklerin başı olan şarap içme, esrar ve afyon kullanma bütün toplumu sarmıştı. Çünkü bunların kullanılmasına mâni olacak şahısların bizzat kendileri bunları içmektedir. Ali Abdülkerim Halife, “kadı içer, subaşı içer, bey içer, vezir içer, âlim içer, hayvan içer, insan içer, bay içer, yoksul içer, büyük içer, küçük içer, oğlan yiğit içer, koca içer, bazı halde muttali olduk avret dahi içer” şeklinde ifade etmektedir… Şaraba duyulan ihtiyaç o kadar çoktur ve şarap o kadar çok aranmaktadır ki bu yüzden memlekette yenecek üzüm bile bulunmamaktadır. VIII-Kızılbaşlar: Bunlar Osmanlı İmparatorluğu toraklarını veya hiç olmazsa Anadolu’yu, kendi toprakları gibi kullanıyordu. 15. yüzyılın sonlarında ve 16. yüzyılın başlarında İran’da kurulmuş olan Safaviler, Şiiliği devletin resmi mezhebi kabul ediyorlardı. Sırtını Türk olan ve Türk olmayan halka dayayan Safaviler, sadece bir inancı değil fakat bir politikayı da gerçekleştirmeye çalıştıkları anlaşılıyor... Eğer II. Sultan Beyazıt’ın hükümdarlığı biraz daha devam etmiş olsaydı başta Şah İsmail olmak üzere Safavi propagandacılarının hayalleri, gerçekleşme yolunda çok şeyler kazanılmış olurdu. (…) Tereddüt edilmemelidir ki İran’ın o günkü duruma yükselmesinde en büyük amil Şah İsmail’in büyük meziyetleridir. Hakikaten Şah İsmail İran’ı yeniden diriltmiş ve hududunu Bahr-i Hazer ve Cibal-i Kafkas’tan Umman denizine ve Ceyhun nehrinden Dicle nehrine eriştirmiştir. Esasen Safavilerin, İslam âlemince tanınmak kendilerini kabul ettirmek istiyorlarsa, dönemin iki güçlü devletlerinden doğudaki Sünni Özbeklerle, Batıdaki yine Sünni Osmanlılarla vuruşmaları lazımdı. 1510’da Özbekleri yenilgiye uğratan Şah İsmail bütün dikkatini Osmanlılar üzerine topladı. Çünkü Osmanlı toprakları bilhassa Anadolu toprakları gayr-ı mütecanis, hatta birbirine düşman zümre ve sınıflardan müteşekkil insanların toplandığı bir saha idi. (…) Trabzon Rum İmparatorluğu’nun akrabası sıfatıyla Anadolu’da hak iddia etmekte olan Şah İsmail, Beyazıt’ın son saltanat yıllarında nüfuzunu iyiden iyiye artırmıştı. Şia propagandasını artırmakla kalmıyor, toplanan vergileri de İran’a götürüyordu. Bu arada Rafıziler (Şia), Rumeli’deki Şeyh Bedrettin taraftarlarıyla da fikir birliği içindeydi. (…) Halife, bütün bunları saydıktan sonra Şah İsmail ve taraftarlarını da ciddi manada itham eder… Selâhattin Tansel Yavuz’a raporu sunan (…) ‘Ali Abdülkerim Halife’nin taassubu ve padişaha tavsiye ettiği tedbirlerin şiddeti üzerinde durabilir, fakat aynı zatın, yurt bakımından duyduğu endişelerin varit olmadığı da söylenemez.’ der. (II) Kararlılığın, azmin ve öngörünün padişahı Yavuz, istişareye önem verirdi. Sekiz yıl gibi oldukça kısa sürede İslam birliğini sağladı. Osmanlı toprağını kat be kat büyüttü. Hazineyi de altınla doldurdu. Çaldıran, Mercidabık ve Ridaniye savaşlarıyla dönemin en büyük devletlerinden Safaviler ve Memluklular’ı ortadan kaldırdı. Anadolu’daki keşmekeşliğe son verdi. Kendini muaheze eden, görev vermekten çekinmeyen, verdiği görevin yapılıp yapılmadığını takip eden yönetici, geçmişte olduğu gibi bugün de başarılı olur. Tarihi olaylar kitaplarda kalmamalıdır. Oradaki bilgileri ne kadar güncelimize indirgeyebilirsek o kadar değerlidir. Geçmişte yöneticilere karşı, özgüven ve cesaretle, toplumun içinde bulunduğu hali/olumsuzlukları dile getirenler vardı. Ahmet Belada -----------------0------------- I- W. Montgomery Wat, Müslüman Aydın –gazali Hakkında Bir Araştırma- Ankara Okulu, S.150-154/Ayrıca Eric Ormsby, Gazali: İslam’ın Dirilişi, Vakıf Bank Yay.İst.2020 II. baskı /İbrahim Musa, Gazali Ve İmgelem Poetikası, HECE yay. Ankara 2018 /S. Frederıck Starr, Kayıp Aydınlanma, Gençlik ve Spor Bakanlığı Yay. Ankara 2020 II- Selâhattin Tansel, Yavuz Sultan selim, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2016, S.25-37 * EBU ALİ FARMEDÎ 401’de (1010-11) Tûs yakınındaki Fârmed (Fârmez) köyünde doğdu. (…) İlk tahsilini doğduğu köyde yaptıktan sonra Nîşâbur’da meşhur sûfî müellif Abdülkerîm el-Kuşeyrî’nin medresesine gitti… Muasırları, onun vaaz meclislerini, çeşit çeşit çiçek açan meyve ağaçlarıyla dolu bir bahçeye benzetir. Tasavvuf konusunda Kuşeyrî’den faydalandı. (…) Ebû Saîd Nîşâbur’dan ayrılınca üstadı Kuşeyrî’nin huzuruna çıkarak kendisinde meydana gelen ruhî gelişmeleri anlattı. Fakat Kuşeyrî ona ilim öğrenmeye devam etmesini tavsiye etti. İki üç yıl sonra tasavvufa meyli gittikçe arttığından üstadının izniyle medreseden ayrılarak bir tekkeye yerleşti. Bir süre mücahede ve riyazetle meşgul oldu. Bir gün kendisinde zuhur eden manevi halleri Kuşeyrî’ye anlatınca üstadı, ulaştığı bu mertebeden sonra ona yardımcı olamayacağını, zira kendi mertebesinin onunkinden daha yüksek olmadığını söyledi. Yeni bir mürşide ihtiyacı bulunduğunu anlayan Fârmedî, ününü duyduğu Ebü’l-Kāsım el-Cürcânî ile görüşmek üzere Tûs’a gitti. Cürcânî’nin yanında mücahede ve riyâzet dönemini tamamladıktan sonra vaaz vermek için icazet aldı. Dili ve gönlü açıldığından olağan üstü güzel ve etkili konuşmalar yapmaya başladı. (…) Kuşeyrî’nin kızıyla evlenen Fârmedî 477’de (1084) Tûs’ta vefat etti. Merv’e giderek Büyük Selçuklu Veziri Nizâmülmülk’le görüşen ve ondan itibar gören Fârmedî, çağının büyük âlim ve mutasavvıflarıyla tanışmış ve onlardan faydalanmıştır. Kendisi de Gazali, başta olmak üzere pek çok âlim ve mutasavvıf üzerinde etkili olmuştur. Fârmedî’nin Gazali’nin şeyhi olduğu söylenir. Bu yüzden olacak ki, Gazali, Tus’a döndüğünde onun adına tekke kurmuştur. Aksi görüş te ileri süren olmuştur. Fârmedî’nin vefat ettiğinde yirmi yedi yaşında olan ve henüz tasavvufa yönelmemiş bulunan Gazali’yi, onun mürid ve halifesi saymak doğru değildir. Buna örnek olarak ta Gazali’nin, eserlerinde Fârmedî’den çok az bahsetmesidir... (TDV, İA) Ebu-Ali (Fârmedî): Ey er dedi, ne çağrılmaktan dolayı sevin, hoşlan, ne de mahrumiyete düşmekten, kovulup sürülmekten dertlen, tasalan/Seni kabul ederlerse, bunu ganimet sayma; sürerlerse de bozguna uğrama sakın/Bir soluk bile nimete aldanmazsın o vakit, belaya düşünce de gam seni alçaltmaz. Şu boyuna değişen renklerin hepsinden de arıtırlar, hepsinden de ayrı bir renge boyarlar seni/Üstündeki palaspareye bu renk düştü mü, iki âlem de senin kokunla amberleşir. Ey tek er, bu rengi buldun mu, artık hiçbir şey ebedi olarak gerekmez sana, hiçbir şeye ihtiyacın kalmaz/her şey senin yüzünden bir şey haline gelir, var olur; iş böyle olunca nereden bir şeye meylin olacak? Sen gerçek varlığa erdin mi, sebepsiz bahanesiz, her şey ebedi olarak senin olur/Tanrı’da daimî olarak yok oldun mu, her şeyi senden isterler artık, ama sen hiçbir şey istemezsin. (Feridüddin Attar, İLÂHİNAME, İş Bankası Kültür Yayınları; S.417)

DÜM

D. Mehmet Doğan’a ait olduğunu sandığım “d ü m” başlıklı fıkrayı ne zaman okuduğumu hatırlamıyorum. Aklımda kaldığı kadarıyla bahsi geçen fıkrada yazar, yerli-yersiz, gerekli-gereksiz yapılan eleştiriden ve dedikodunun neme-nem kötü bir hastalık olduğundan bahsediyordu. Nedendir bilmem! Kulluk kitabımızda“ve onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. Boş yere söylenilen sözden ve işlerden sakınırlar.”(I)diye geçer. Bizise ısrarla boş söze rağbet ederiz. Öyle ki, ne zaman iki üç kişi bir araya gelse ya hükümetin ya da bir başkasının aleyhinde konuşmaya başlayı veririz. Geçenlerde çok değer verdiğim bir dostumla muhabbet ediyorduk. Çok dinleyen az konuşan vasfımı bildiğinden olsa gerek, başta iktidar mensupları olmak üzere piyasadaki bütün olumsuzlukların altından girdi üstünden çıktı. Çayımı yudumlarken bir taraftan da gözüne bakıyor dikkatle dinliyordum. Hiç tepki vermeyişimden biraz kuşkulanmış olmalı ki, ‘siz ne diyorsunuz? Hocam’ dedi. “Değerli kardeşim! Bu kadar süre konuştunuz, neyi halletmiş oldunuz? Boş yere çeneniniz yorulmuş oldu. Evet, insan konuşarak da olsa yer yer deşarj olmalıdır. Fakat deşarj olmak;fayda vermeyen işlerle uğraşmak, gereksiz laf kalabalığı yapmak değildir. Bu, enerjimizi boşuna harcamaktır. Bilindiği üzere bizim kültürümüzde söylenmek (dedi-kodu) yoktur, söylemek vardır. Söyleyeceğimizi söylenmesi gerekene, yani de ehline söyleriz.” Dedim. İzine geldiğim memleketimde bir grup esnaf arkadaşla sohbet ediyorduk. Her zaman ve her yerde olduğu gibi konu; emeklilerin maaşı, ekonomik sıkıntı ve bir de “Kültür Yolu” etkinlikleri çerçevesinde verilen konserlere geldi. İçlerinden saygı duyduğum esnaf bir arkadaş; ‘Devlete iş yaptım. Yaptığım işin hak edişini vermeme rağmen paramı alamazken, konser veren şarkıcı ve türkücülere yığınla para veriliyor’ diye benim de katıldığım haklı bir serzenişte bulundu. Hükümete sitem etti. Oradakiler devamla; meşhur “E Y T” meselesinden tutun da memur maaşlarına, memura verilip de emeklilere verilmeyen zamlara kadar birçok mesele hakkında biri alıp diğeri verdi... konuşma uzadıkça uzadı. Konuşmalar bittikten sonra müsaade isteyerek ayrıldım. Müsait bir yere varıp şehrin yetkililerinden birini telefonla aradım. Buradaki konuşmaları kısaca da olsa özetledikten sonra benim de rahatsız olduğum, Kültür Yolu kapsamında verilen konserleri ve onlara verilen/verilecek olan paraların durumunu sordum. Ardından da resmi kurumlara iş yapan esnaflar hak edişlerini vermelerine rağmen paralarını alamazken bu türkücülerin niçin getirildiğini, bir sürü paranın neden verildiğini sordum. Muhatabım, bilgimin olmadığı o konuyu anlayacağım şekilde güzelce izah etti. Ona, “Sizin dediğinizi anladım. Fakat bu durumu halk bilmiyor. Bu konu onların da anlayacakları şekilde izah edilmelidir.” Dedim. O da; ilgili bakanlıkla görüşüp bu meseleyi kendilerine izah edeceğini söyledi. O görevli bu dediğini yapabilirse yapadursun. Her millet mi öyle bilmiyorum ama biz, biraz dedi koduyu seviyoruz. Sıkılmadan, daralmadan saatlerce birilerini çekiştirebilir, aleyhinde konuşabiliriz. Ciddi bir mesele, ilmi bir konu, dini bir izahat olduğundada hemencecik sıkılabiliriz. Hatıra: Lise yıllarında yazları -okul tatillerinde- çalıştığım iş yerine mal almak için Konya’dan bir esnaf gelmişti. Onun her gelişinde güzel şeyler öğrenirdim. Hayırhah öğütlü, umur görmüş güzel bir insandı. Alış-veriş işlemini bitirip, hesabı gördükten sonra yemek ikram ettim. Yemek esnasında karşılıklı epeyce muhabbet ettik. Sohbetin sonunda: “Bir gün bizim dükkâna komşularım geldi. Onu-bunu çekiştirdiler, onun-bunun aleyhinde konuştular. Anlayacağın Ahmet’im! İleri-geri birçok mesele konuşuldu. Baktım iş epeyce uzadı. Daha da uzayacağa benziyor. Hemencecik elime raftaki ilmihali alarak, arkadaşlar! Madem bu kadar arkadaş bir araya geldik. Şu ilmihalden biraz okuyalım. Dinimizi diyanetimizi öğrenelim deyince; biri müşterim gelecek biri alacaklım gelecek, bir diğeri de bir yere gidecektim diyerek dağılı verdiler.” demişti. Evet, bu durum hiç de yabana atılır bir mesele değil. Üç aşağı beş yukarı çoğumuzun durumu böyledir. Daha da enteresanı, aynı yerde muhabbet ettiğimiz arkadaşlarımızdan biri yanımızdan ayrılsa, hemen onun aleyhinde konuşmaya başlarız. Herhangi bir iş yerinde veya devlet kurumunda çalışanların epeycesi ya müdürün ya bakanın ya yanındaki çalışanın veya işyeri sahibinin hakkında demediklerini bırakmazlar. Aleyhinde konuşulan şahıs yanlarına geldiğinde de yapılmadık tabasbusluk kalmaz. Elbette insan, makul ölçüler içerisinde hakkını aramalı, yerine göre eleştirisini de yapmalıdır. Hakkını ararken, eleştirisini yaparken tahripkâr ve acımasız olmamalı, Çalıştığı işi, çoluk-çocuğunun ekmek kapısı görüp, fedakârca, hile hurdaya başvurmadan çalışmalı, Devletin veya çalıştığı yerin malını kendi malı gibi görmeli ve korumalı, Çalıştığı kurumun sırlarını namusu bilip, bir başkasına vermemeli, Tüm bunların ötesinde insan; kanaat sahibi, şükür sahibi ve hakkına razı olmalıdır. Ahir kelam: O halde bulunduğumuz meclisi, “d ü m” (dedi-kodu merkezi) haline getirmeyelim. Doğrunun güzelin ve güzelliklerin konuşulduğu, iyilerden ve iyiliklerden bahsedilen mekânlar haline getirelim/dönüştürelim. Ahmet Belada -------------0--------- I-23/3-31/6

‘SABİT REFERANS’

Dost, yanımızda olmadığı halde içimizde hissettiğimiz ve özümüzle konuşması devam eden kişidir. Dost, hâlâ yanımızda olabildiği gibi geçmişte kalmış da olabilir. Asıl olan, öğütleri ve bize kattıklarıyla her daim yanı başımızda hissetmemizdir. Nasıl ki, bir şey söyleyecek yahut yapacak olduğumuzda hatta bir şeyler yiyecek olduğumuzda acaba ne yapıyorum diye bizi düşündüren his gerçek dostumuzdur. Şöyle bir olay hatırlıyorum. Çok samimi iki arkadaştan biri yanlış işler yapmaya başlar. Bu yanlışlarına rağmen diğeri onu terk etmez. Günün birinde; “Ne olursun beni yalınız bırak; ben sana göre bir arkadaş değilim.” dediğinde diğeri, “Sana musallat olan o kötülük senin düşmanındır; ben dostumu düşmanıyla baş başa bırakamam.” der. Yaptıklarımızdan dolayı bizi hesaba çeken bir dosta her zaman ihtiyacımız var. Kalp huzuru ancak böyle sağlanabilir, insan ancak bu şekilde kendisini güvende hissedebilir. Her insanın fıtrî bir özü vardır; ondan kopamaz, kopmamalıdır. Zira kökünden kopan insan, dayanacak dal bulamaz. ‘Bilmediğini ehline sor’ ilahi fermanı bu gerçeği dile getirmektedir. Hiç kimse her şeyi bilemez. Kişi bilmediğinin cahilidir. İnsan özüne dair keşfedemediklerini de sorarak öğrenir ve yücelir. Bu durum, onu benlik girdabından kurtardığı gibi onu “diğerinin özüne” de ulaştırır. İşte tüm bunları öğütleyecek bir dosta ihtiyaç var. Hatıra: Günün birinde Bağdat çarşısı yanmış. Orada dükkânı bulunan Serî es-Sakatî’ye birisi gelerek, “Bağdat çarşısı yandı ama sizin dükkâna bir şey olmadı.” diyor. O da “Elhamdülillah” diyor. Aradan 15-20 yıl geçince aynı adam hazretin yanına gelip “Nasılsın?” diye sorunca; “Yahu seneler önce ağzımdan sehven çıkan o ‘Elhamdülillah’ sözünün kefaretini ödüyorum.” diye cevap verir. (…) Başkalarının canı yandı, başkaları üzüldü, ben kendi dükkânım yanmadı diye sevindim ve “Elhamdülillah” dedim. Buna ne hakkım vardı ki? ‘Kişinin kendisi için istediğini başkası içinde istemesi; kendisi için istemediğini başkası için de istememesi’ ne kadar değerli bir hazine. Benzeri bir davranışı Ehl-i sünnet’in köşe taşı âlimlerinden İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’de görüyoruz. Üstat ilim meclisinde bulunduğu sırada pür-telaş gelen biri; “Efendim bir korsan saldırısı olmuş, sizin mallarınızın olduğu gemi batmış.” der. O kısa bir sükûttan sonra; “Elhamdülillah.” demiş ve derse devam etmiş. Aradan bir müddet geçtikten sonra aynı adam; “Efendim çok güzel bir haber var, batan gemi sizin değilmiş.” der. Hazret yine kısa bir suskunluktan sonra; “Elhamdülillah.” demiş. Öğrencileri sormuşlar; “Efendim, iki durumda da “Elhamdülillah” dediniz. Bunun sırrı nedir?” Ebû Hanîfe; “Baktım kalbime ‘gemin battı” deyince bir üzüntü, keder hissettim mi? Hissetmedim, ben de ‘Elhamdülillah’ dedim. Sonra ‘O batan gemi senin değil, senin gemin kurtuldu,’ dediği zaman bir sevinç hissettim mi? Baktım kalbime, yine hissetmedim. Yine ‘Elhamdülillah,’ dedim.” Kendi gibi düşünmeyenlere yaşama hakkı tanımayan, her fırsatta onları aşağılayan; kendinden olmayanları parya gibi gören, ülkesine sokmayan, soksa bile toplumdan izole edenlerin de -ister birey ister devlet olsun- böyle bir anlayışa ihtiyaçları yok mu? Aynı güneşin, aynı göğün ve yerin sahibi olan Yüce Yaratıcı’nın kulları olarak, paylaşmayı, kaynaşmayı, hepsinin de ötesinde birlikte yaşamayı niçin denemiyoruz? Bunu niçin beceremiyoruz? Şairin; Bu emel gurbetinin yoktur ucu Daima yollar uzar, kalp üzülür Ömrü oldukça yürür her yolcu Varmadan menzile bir yerde ölür. Yahya Kemal Dediği gibi neden emel gurbetinde kaybolup “ötekini” ıskalıyoruz? Üstat Sezai Karakoç’un da deyimiyle ‘dünya sürgününü’ istediği gibi tamamlayarak giden hiç kimse var mıdır? Bir şiirinde, köksüzlük öksüzlüktür, der Yahya Kemal. Onun bu sözünden hareketle, gövdesi kesilip de kökü toprak altında kalmış olan ağacı örselenmiş Osmanlı’ya benzeten Sadettin Ökten, “Biz çift başlı bir dünyada büyüdük. Bize söylenenlerin yanında bir başka söylem daha vardı. Biz kendimizi her ne kadar hıfzetmeye çalışsak da o söylem bir yerden zihnimize ve gönlümüze girdi…” diyor. (I) Bugün birçoğumuz ikinci söylemden uzağız. İsmail Kahraman’ın deyimiyle, çiftli değil tekli eğitim sistemiyle yetişiyoruz. Durum böyle olunca -her ne kadar münferitte olsa-; -- dört yaşındaki yeğenine içki içiren teyzeye! -- camide içki içen adama! -- sanatçı görüntülü birinin, el-kol hareketleriyle gayr-i ahlaki davranışlarda bulunanlara rastlayabiliyoruz. Maziden kopan veya kopmaya çalışan bir nesil olarak, kutsalı olmayan, öğütçüsü bulunmayan unsurlar tarafından, her an bombardımana tutuluyoruz. Kendimizi korumaya mecalimiz yok. Bu yüzden, gönlümüz mahzun, vücudumuz yorgun, zihnimiz mefluç vaziyette. İnsanı koruyan ve koruyacak olan, yanımızda ve içimizde hissedeceğimiz bir dost eline her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Fakat onun öğretileri satırlarda kalmamalı. Duvarlara asılmamalı. Görkemli merasimlere kurban edilmemeli. Sadra inmeyen bilgi için şöyle bir örnek anlatılır: Bir âlim ile şakî karşı karşıya gelir. Şakî, adamın her şeyini alır. En son ders notlarını/kitaplarını da alır. Âlim yalvarır, “Onları alma ben onlara ömrümü verdim, onları alıp götürürsen bende hiçbir şey kalmaz.” diye. Şakî müstehzi bir şekilde dönüp der ki; “Eğer bu ders notlarını/kitapları almakla senden ilmi alıyorsam zaten sen boşa yaşamışsın.” Kitap, satırdan sadra intikal etmeli, oradan kalbe inmeli. İşte o zaman bir anlamı olur. Aksi hâlde sadece bir yük olarak kalır. (II) Olumsuz düşünmeyi, konuşmayı ve yazmayı sevmem ama yaşadığımız dünyada insanların, öğüt veren bir sabit referansı değil, aklı ve nefsi esas aldıklarını üzüntü ile görüyorum. Sabit referansı esas alan, sağlıklı düşünmeye yönlendiren, kötülüklerden korumaya çalışan, iyiliklere teşvik eden iç ve dış dosta/dostlara çok ihtiyacımız var. Ahmet Belada --------0-------- I- Derler: İnsanda derin bir yaradır köksüzlük; Budur âlemde hudutsuz ve hazîn öksüzlük. Y.K. II-Gönül Çalab’ın Tahtı Gönül Sedası’ndan Akisler 5, Sadettin Ökten/Kemal sayar, S. 177-190

İZZEDDİN EL-KASSAM[1]

İnsan doğar, büyür ve ölür. Bu yaratıcının değişmez kanunudur. Bizler, O’nun bildiği bizim bilmediğimiz hayatımızı, bize emanet edilen ömrümüzü doldurmaya çalışırız. Geçmişimizde, yaşamakta olduğumuz hayat serüvenimizde, kimimiz başkalarına örnek olacak hayat sürdürürken; kimilerimiz de neden var olduğunu dahi bilmeden, rüzgâr önündeki gazel misali hayatını yaşar ve sonlandırır. Birçoğumuzun duyduğu, buna mukabil çoğunun da bilmediği birinden, bir vaizden bahsetmek istiyorum. İzzeddin el-Kassam. Kassam’ın doğduğunda İslam beldelerinde zulüm adeta ete kemiğe bürünmüş sağanak sağanak mazlumların üstüne yağıyordu. Onun gerek doğduğu şehir gerek çevre iller ve özellikle de tebaası bulunduğu Osmanlı Devleti zor zamanlar yaşıyordu. Kıyamı ilke edinen İzzeddin el-Kassam, Müslümanlar için nerede bir sıkıntı varsa oradaydı. Bütün bu olumsuzluklara rağmen medrese hocalığının yanı sıra Kadirî şeyhliği de yapan babası, onu en iyi şekilde yetiştirmeye çalıştı. İlk hocalığını kendi yaptı. Daha iyi eğitim alması için de el-Ezher’e gönderdi. Üstün kabiliyete sahip olan İzzeddin, kısa zamanda seçkin talebeler arasına girdi. Diğer taraftan Ezher’in tanınmış hoca ve talebeleriyle tanıştı. Müslümanların hamisi, cihan devleti Osmanlının zayıflamasını fırsat bilen Batılılar, dört bir koldan saldırıya geçtiler. “Bu yolun mağlubu olmaz.” düsturundan hareketle o da düşmanın bu saldırılarına karşı, “Ben bir kişiyim ne yapabilirim ki.” diyerek bir köşeye çekilmedi. Olanları seyre dalmadı. İkna ettiği arkadaşlarıyla gidebildiği bütün cephelerde canla başla mücadele etti. Libya: Tıpkı Aslan yaralandığında çakalların üstüne çullandığı gibi Batılılar da Osmanlı İmparatorluğunun zayıflamasından faydalanarak dört bir koldan saldırıya geçtiler. Zor anlar yaşanıyordu. İşgale maruz kalan bölgelerden biri de Libya’ydı. O büyük mücahit, bulunduğu yere olan uzaklığını dikkate almadan derhal harekete geçti. O “Müslümanlar bir zincirin halkaları gibidir.” kutlu sözünün ne anlama geldiğini iyi biliyordu. Bu sebepten İtalyanların Libya’yı işgale kalkıştığını duyunca, topladığı bir grup arkadaşıyla cihat için oraya gitti. Maalesef, verilen dillere destan mücadeleye rağmen Libya İtalyanlar tarafından işgal edildi. Suriye: Tekrar ülkesine döndü. Çünkü Suriye de Fransızlar tarafından işgal ediliyordu. Bir araya geldiği arkadaşlarıyla işgalden kurtarmak için büyük çaba gösterdi. Çabası netice verdi. Verilen mücadele sonunda Fransızlar çok zayiat verdi, zor durumda kaldı. Bunun üzerine İzzeddin Kassam’ın yakalanması halinde idam edilmesine karar verildi. O da ülkeyi terk etti. Osmanlı: Osmanlı, muhtelif bölge ve şehirlerden gelen yardım taleplerine yetişemiyordu. Ne askerî ne de iaşe, ibate yardımında bulunamıyordu. Bunu gayet iyi anlayan İzzeddin, Birinci Dünya Savaşı esnasında Osmanlıya gönüllü asker olmak için kayıt yaptırdı. Osmanlı ordusunda bir müddet imam olarak görev yaptı. Daha sonra ayrılarak aktif cihada devam etti. Filistin: Fransızların verdiği idam cezasını da dikkate alarak ülkesinden gizlice Filistin’in Hayfa şehrine geçti ve oraya yerleşti. Hayfa’ da bir taraftan ilimle meşgul olurken, diğer taraftan da İngilizlerin kurmaya çalıştığı Yahudi devletine mâni olmaya çalıştı. Amansız mücadele etti. Maalesef her dönemde, her zaman, her yerde olduğu gibi, kendi içlerinden birinin ihaneti ve ihbarı yüzünden beş yüz kişiden oluşan özel teçhizatlı İngiliz askeri bulunduğu yeri kuşattı. Yaklaşık on dört arkadaşıyla şehit oluncaya kadar çarpıştı. Akşam başlayan vuruşma ertesi gün öğle vaktine kadar devam etti. Tüm bunları yapan, bir vaizdi. Anlaşılan o ki; yapmak isteyene iş, söylemek isteyene söz, yazmak isteyene kalem ve kelam hep olduğu gibi; yapmak istemeyene de her zaman ve her daim mazeret vardır. Çok sevdiğim bir söz vardır: “Biz zaferden değil seferden sorumluyuz.” O büyük mücahit seferini yaptı. Göreceli olarak dünyada zafer kazanamamış olabilir. Ama bugün hak-batıl mücadelesinin verildiği topraklarda onun ismi yaşıyor. Filistin’le ilgili haber dinleyen, makale veya kitap okuyan hemen herkes ‘İzzeddin El-Kassam Tugayı’nı duymuştur. İşte bu tugay, ismini bu mütevazı ama kararlı Müslümandan, vaizden aldı. Yahudilere karşı 75 yılı aşkın bir süredir varlık mücadelesi veren Filistinliler, 1980’den sonra mücadelelerinin askeri kanadına bu ismi verdiler. “İZZEDDİN EL-KASSAM”[2] Ahmet Belada [1] “Taksim eden, bölüştüren” manasına gelen kassam, “vefat eden kimselerin terekelerini taksim eden şer’î memura denir.” Bunlar, ikinci derecede memur olup, hâkimin yardımcılarıdır. [2] Öncü Şahsiyetler, Koray Şerbetçi, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.

ENDÜLÜS’E AĞIT/FERYATNÂME (1486-1487)

Tarihte birbirinden farklı zulüm örnekleri vardır. Bunun belli başlılarından biri belki de birincisi 1492’de Endülüs’te işlenendir. Aşağıda okuyacağınız “Endülüs’e Ağıt”, çok zor durumda kalan Müslümanların, yardım talebiyle Osmanlı Padişahı II. Beyazıt’a gönderdikleri ‘f e r y a t n â m e’… Endülüs’e Ağıt/Feryatnâme Çıkan iner, kalkan düşer, her yükselişin var bir sonu. Niçin bunca gurur maldan, mülkten, addan sandan insanoğlu. Oluşta ne var ki olduğu gibi dursun, hiç değişmesin, Sen de gök gibisin, bir gün masmavi güneşlik, bir gün bulutlu. Bu dünya kime kalmış, yaramış ki kalsın, yarasın sana da, Yok, hiçbir çizgisinde bu yeryüzünün ölmezlik rengi ve ölmezlik kokusu. Zaman değişmek bilmez kesin ölçülü ve hükümlüdür: Geri döner, paralar sahibinin zırhını, kılıçlar ve kargılar ileri doğru işlemez oldu mu? Zaman bu, ona ne kılınç kını dayanır, ne meşhur kaleleri sultanları. Kınlar eskir, kaleler çürür, o kaleler dünyanın en sarp yurdu Gımdan olsa da; Gımdan, şahin bakışlı ve kartal duruşlu. Nerede, de bana, o taçlı hükümdarları Yemen’in? De bana, onların taçlar içinde bile taç olan taçları ne oldu? Şeddad’ın cennet diyerek kurduğu saraylar ülkesi İrem, Sasanilerin ebedi sanılan devleti ne oldu? Altınları yığdı yığdı da bir dağ yaptı Karun, hani o dağ? Hani Ad, hani Adnan, hani Kahtan, dünya nimetlerinin köpüren yurdu? Reddi mümkün olmayan bir hale uğradılar. Bir masal oldu onlar. Bir varmış bir yokmuş. Bir toz toprak bulutu. O taçlar, o devletler, o mülkler saltanatlar, bir rüyadır artık. Her biri, hayalden geçen gölge gibi, zamandan geçip durdu. Gün oldu, zaman denen yaman er, sağa döndü Dara’yı uçurdu bir vuruşta; Sola döndü Kisrayı. Kisrayı ne takı, ne sarayı kurtarabildi, korudu. Saltanatının yeller esti yerinde yellere hükmeden Süleyman’ın; Şiddetinden ötürü Sâb denen Münzirse, don vurmuş ağaçlayın kurudu. Zamanın faciaları çeşit çeşit türlü türlüdür: O ne zengin facia bezirgânı! İki burçlu bir kaleyse o, sevinç bir burcu, hüzün bir burcu. Her faciayı unutmak mümkün, olup biten bütün bunları unutmak olabilir. Ama İslâm’ın başına geleni avutacak ne bir neşe olabilir ne unutturacak bir korku. Endülüs’e öyle bir felâket çöktü ki yok bir eşi. Dehşetinden Medine’de Uhud, Necid’deki Şehlan Dağları yerinden oynadı, bir deprem ki yer yarıldı arz boyu. Ah! Yarımadada İslâm’a göz değdi, yağdı belâ yağmur gibi. Şimdi o canım Endülüs şehirlerinde, İslâm’ın ne namı var ne nişanı; sanki hiç olmamıştı, sanki baştan beri yoktu. Belensiye’ye bir sor, Mürsiye’nin hâli nicedir? Şâtıbe’nin başına gelenler? Ceyyân ne oldu? Toprağı buram buram bilgi tüten Kurtuba, Bilginlerinin adı ta uzaklarda çınlayan Kurtubaya ne oldu? Nerede Hıms’ın o ışıklı, o aydınlık bahçeleri, güneşi tazeleyen bahçeleri? Tükendi mi çılgın çılgın akan, şeker gibi tatlı nehirlerinin suyu? Endülüs binasının temelinde birer köşe taşıydı bunlar. Bu güzelim vatan köşeleri kül hâline geldikten sonra yaşamak boşun boşu, insan yaşamaya ne borçlu? Yüce şeriat, yârinden ayrılmış bir genç gibi. Güçlü bir genç gibi, sessiz fakat gözünde gözyaşı dolu. İslâm’dan boşalıp inkâr karanlığıyla dolan, Endülüs için, Ulu şeriat, karalar bağladı, gece gündüz yas tuttu. Cami kilisedir artık, hilâl yerine haç asılı. Nur yüzlü ezan yerine, bitmeyen bir çan sesi, bir baykuş uğultusu… Mihraplar ki taştandır, minberler ki ağaçtan, Canlı cansız ne varsa bu hâle inledi durdu. Ey, ibret dolu geçmişten ibret alacak yerde, günübirlik işlere, dedikodulara batmış kişi! Sen uyu bakalım ama zaman için ne demek dinlenmek ne demek uyku! Ey göğsünü gererek “Benim ülkem, saltanatım!” diyen, kurumundan geçilmeyenler! Siz Hıms’ı gördünüz mü? Hıms’tan sonra hangi vatan verir insana vatan fikrini, duygusunu? Endülüs’ün başına gelen felâket tarihin bütün felâketlerini unutturdu; Ama dünya durdukça unutulmayacak, yâd edilecek bir felâkettir bu! Ve siz ey yarış yerlerinde şahin gibi uçan. Yay gibi gergin Arap atlarının üstüne kurulu Süvariler! Ve siz savaşın karanlığı toz dumanı içinde Pırıl pırıl kılıçlarını savuran kahramanlar ordusu! Ve hele siz denizaşırı ülkelerde, bin nimet içinde, Saltanat içinde muhteşem bir hayat sürenler, bir hayat kesiksiz bir ömür boyu! Endülüs’ten, Endülüs’ün zavallı halkından var mı haberiniz? Her yer, onların felâketini duydu, sizin kulağınız sağır, gözünüz kör, kalpleriniz meflûç mu? Ölen asker, esir kadın, ufuklara bakıp bizden, İmdat ummuş beklemişti, son ana dek. Hiç düşündünüz mü bunu? Onların sesi, insan olanın yüreğini eritirken, Siz Müslümanlar, onların kardeşi, kayıtsız, hâlinden memnun ve haz maymunu! Yürekli, utanan, alçalmaktan korkan, kardeş için can veren kimse kalmadı mı yeryüzünde? Hakkın yardımcısı, hak peşinden giden, kendini hakka adamış tek kişi yok mu? Dünyanın efendisiydi bu millet, şimdi dünyanın kölesi, Neler çekiyorlar? Yüzleri bile tanınmaz hâle geldi. Yâ Rabbi ne kaderdir bu! Kendi yurtlarında bey idiler, şimdi küfr ülkesinde uşak. Ululuğun doruğundan eziliş uçurumuna yuvarlanan bu halka acıyan yok mu? Alçalışın örtüsü kalın bir gece gibi sarmış dört yanlarını. Başsız, şaşkın, olup bitene hayrette, gözleri büyümüş, bakışları korkulu. Sen de şahit olsaydın benim gibi onların, Yurtlarından koparılıp satılışlarına pazarda, ey Tanrı kulu. O hıçkırıklar senin de aklını komazdı yerinde benim gibi. Canı vücuttan çeker gibi ayırdılar anadan yavrusunu. Ya o kızlar ki, yakuttan ve mercandan dökülmüşlerdi sanki. Ve sabah bir dağ ucundan yeni çıkan bir güneşin masumluğu. İçindeki o Meryem yüzlü kızları da saçlarından sürükleyip götürdüler. Kirli yataklarına. Haykırışları yırttı gökleri. Yürekleri parça parça, babalarsa kan kustu. Daha ne anlatayım, yüreklerin erimesi için bir tanesi yeter anlattıklarımın: Eğer o yüreklerde İslâm’dan ve imandan bir eser varsa elbet ey Tanrı dostu!* ------0---- *(Ebü’l Bekâ Sâlih B. Şerîf, İslâm’ın Şiir Anıtlarından, trc. Sezai Karakoç, Diriliş Yayınları, İstanbul 1978)

BUHTUNNASR* ve YAHUDİLER

Esatir, hikâye, destan, mitoloji, rüya vb. gibi gizemli ıstılahlar, olaylar hemen herkesin dikkatini çeker. İnsanlar, çoğu kez söylemek istediklerini, olmasını düşündüklerini bu kavramlarla anlatmaya çalışır. Kültürümüzün en önemli kitaplarından Nizâmülmülk’ün Siyâsetnâme’si, Ferîdüddin Attâr’ın, Mantıku’t-Tayr’ı, Beydaba’nın Kelile ve Dimne’si o tarz kitaplardandır. Bu eserler, yöneticilere ve insanlara dolaylı anlatımlarla öğüt verirler. Birçok yazar ve konuşmacı da verdikleri konferans, yazdıkları kitap ve makalelerinde bu tür eserlere atıfta bulunurlar. Benim kanaatim de itikada ve amele halel gelmediği, gereksiz mübalağaya kaçılmadığı müddetçe bahsi geçen unsurlardan yararlanmanın gerekliliği yönündedir. Bilindiği üzere Kur’an en çok İsrâiloğullarından (Yahudiler) bahseder. Son derece korkak ve ürkek olan bu millet; yalnız olduklarında oldukça munis, kendilerini biraz güçlü hissettiklerinde ise zalim mi zalim olabilmektedirler. Kitap nedir, peygamber nedir bilmezler. Kutsal nedir tanımazlar. Öylesine azıtırlar ki peygamberleri dahi öldürürler. Nitekim tarihte peygamber katili bir millet olarak bilinmektedirler. Zekeriyya, Yahya ve İsa gibi) “Onlar azdıkça azacaklar. Azgınlıklarından dolayı Allah, onların üzerlerine kullarını gönderip perişan etmiştir/edecektir.”* Tarih kitaplarında şöyle bir hikâye anlatılır: Dânyâl, Tevrat okurken bir kişinin yakın zamanda Beytülmakdis’i yıkacağını haber veren bir ayete rastlar. Bu duruma üzülen Dânyâl; “Yâ Rabbi! Beytülmakdis’i yıkacak ve İsrâiloğullarını perişan edecek kişi kim olabilir?” der. O gece rüyasında bu kişinin Bâbil diyarından Buhtunnasr adlı bir yetim olduğu söylenir. Dânyâl derhâl eşyalarını hazırlayarak Bâbil’e hareket eder. Gittiği şehirde saltanat işlerini yürüten kişi, Dânyâl’ın gelişini haber alınca onu huzuruna çağırarak; “Senin bu memlekete gelme sebebin nedir?” diye sorar. O da “Mallarımı bu diyarın acizlerine ve yetimlerine dağıtmak istiyorum.” der. Aldığı iznin ardından yetimleri araştırmaya başlar. Fakat Buhtunnasr’a bir türlü rastlayamaz. Dânyâl’ın kölesi bir gün yolda yürürken küllüğün üzerinde hasta bir çocuk görür. Köle, ona durumunu sorar. Çocuk “Ben yetim bir çocuğum. Bundan önce kendim ve annem için odun toplayıp satıyordum. Şimdi gördüğün bu duruma düştüm.” cevabını verir. Köle “Senin adın ne?” diye sorunca çocuk “Buhtunnasr” der. Köle, efendisinin yanına gelerek çocuğun durumunu haber verir. Birlikte derhâl çocuğun yanına giderek, annesini de alıp kaldıkları yere getirirler. Bakımlarını yaparlar. Buhtunnasr sağlığına kavuşunca yetişmesi için de elinden geleni yapar. Birlikte oldukları esnada Dânyâl, Buhtunnasr’a; “Senin hakkında yaptığım yardımların karşılığı ne olur?” diye sorar. Buhtunnasr “Senin hakkını nasıl öderim! Hiçbir şekilde onu karşılayamam.” der. Dânyâl “Öyle zannediyorum ki sonunda saltanat mertebesine çıkacaksın ve İsrâiloğullarının üzerine asker çekeceksin. Şimdi benim senden istediğim, ben ve ailem için bir emannâme yazman/vermendir.” der. Buhtunnasr “Benimle eğleniyorsunuz, dalga geçiyorsunuz.” der. Dânyâl “Hayır, vallahi!” der ve sözünde ısrar eder. Onunla da kalmaz “Eğer benim isteğimi yerine getirirsen sana yirmi bin dirhem veririm.” der. Buhtunnasr, içinde bulunduğu hâli de göz önünde bulundurarak şaka sandığı bu isteği kabul eder. Annesinin de ricasıyla istenen emannâmeyi verir. Sağlığına kavuşan Buhtunnasr, odun toplamaya devam eder. Emannâme karşılığında aldığı yirmi bin dirhemi de arkadaşlarına, ihtiyaç sahiplerine dağıtır. Para alan emir alır anlayışından hareketle Buhtunnasr, arkadaşlarına emirler vererek iş yaptırmaya başlar. Bir yolunu bulur ve Melik’in sarayına girerler. Buhtunnasr geçmişte saygın bir kâtibin oğludur. Fakat günlerin getirdiği sıkıntı onu bu hâle düşürür. Bâbil hükümdarı onda ikbal belirtileri görür ve onun yetişmesi için ne gerekiyorsa yapar. Belirli bir noktaya gelince de onu emîr yapar. Buhtunnasr gittiği her yerden muzaffer olarak ve çok sayıda dost edinmiş olarak döner. Hükümdar, onu da yanına alarak gittiği Beytülmakdis’te (Kudüs) tutuklanır. Serbest bırakıldıktan sonra Bâbil hükümdarı, Buhtunnasr’ı yanına alır. Birlikte pek çok gizli-açık icraatta bulunurlar. Hükümdar öldükten sonra da saltanat işi ona kalır. Bu arada İsrâiloğullarının başında Nâşiye b. Emus, peygamber olarak da İrmiya vardır. İrmiya her ne kadar vaaz ve nasihatte bulunuyorsa da fitne, fesat ve kötülük bir türlü son bulmaz. Uyarıda bulunduğu insanlar da kendisiyle alay ederler. Bundan haberdar olan Buhtunnasr fırsat kollamaya başlar. Bir gün İrmiya, saçına başına kül atıp, üstünü başını yırtıp, yüksek bir yere çıkarak “Yüce Tanrı sizden elinizi isyandan çekmenizi buyuruyor. Değilse sizin üzerinize ateşe tapanları musallat edecek. Siz benim uyarılarımdan korkmuyor, sevaba ümit bağlamıyorsunuz ama onlar sizin hayat damarlarınızı çıkartıp, Beytülmakdis’i harap edecektir.” dedi. Bu duruma inanmayan İsrâiloğulları, böyle bir şeyin olamayacağını söyleyerek İrmiya’yı zindana attılar. Kudüs’te bunlar olurken Buhtunnasr orduyu Beytülmakdis’in açığına indirdi. Uzun süren kuşatmanın ardından şehrin kapılarını açtılar. Kılıcını kullandı. Aciz ve ihtiyarları bağışladı. Emannâmeyi gösteren Dânyâl’ı halkıyla birlikte serbest bıraktı. Buhtunnasr, Beytülmakdis’i yıktı. Tevrat’ı yaktı. Şam civarında yakıp yıkmadığı yer kalmadı. Sayıları belli olmayan ölülerin dışında, Yahudi yöneticilerinin çoluk çocuklarından ve torunlarından yetmiş bin kişiyi de esir aldı. Hesaba kitaba gelmeyecek ölçüde aldığı malları da Bâbil’e taşıdı. Hz. Süleyman, Beytülmakdis’i cinlere yaptırdığı için altın, gümüş ve yakut gibi değerli madenleri anında temin ediyorlardı. Bu değerli eşyalardan yüz bin herver yükü de Bâbil’e götürdü. Buhtunnasr, olanları ve olacakları daha önceden haber veren ve tutuklu olan İrmiya’yı huzuruna çağırarak “Bu olayların olacağını nereden bildin?” diye sordu. İrmiya “Gaybı bilen Hazret (Allah), beni bu kavme nasihat ve öğüt vermek için gönderdi. Onlara olacak bütün şeyleri bu vesileyle haber verdim.” dedi. Buhtunnasr “Onlar ne kötü bir kavimmiş ki peygamberlerini yalanlamış ve onu hapsetmiştir. Şimdi eğer benimle olursan, izzet ve ikramdan başka bir şey görmezsin. Yok, eğer kendi beldem de emin ve rahat ederim dersen, öyle yap.” dedi. İrmiya “Ben her zaman Tanrı’nın emniyeti altındayım. Eğer İsrâiloğulları bana itaat etmiş olsalardı, onlar da Tanrı’nın emniyeti altında olurlardı. Senden ve başkasından onlara bir zarar gelemezdi.” diye cevap verdi. İrmiya, Kudüs’te kalarak Dânyâl ve halkına ikram ve izzette bulundu. Sürgüne götürülen yöneticiler ve mallar yüz yıl Bâbil’de kaldı. Kuruş adlı bir yönetici tekrar malları ve oradaki yöneticileri geri aldı. Kudüs’te Beytülmakdis’i yeniden tamir ederek yüz yıl daha huzur içinde yaşadılar. Anlaşılan o ki Yahudiler, bulundukları yerde ancak yüz yıl civarında rahat durabiliyorlar. Ondan sonra azmaya ve haddi aşmaya başlıyorlar. Sanki geçmişte zorluklara maruz kalmamışlar gibi bir müddet sonra tekrar bozgunculuğa, haddi aşmaya, nankörlüğe ve isyana başladılar. Yüce Tanrı bu sefer de Rum melikini onlara musallat etti. O azıtan ve azgınlaşan bütün Yahudileri öldürdü. Öyle ki evlerine girip saklananları yerde bulup öldürdüler. Yaktı-yıktı ve tüm mallarını memleketlerine götürdü. (I) (Beytü’l-Lahm/Et ev ismini oradan almıştır) Sonuç olarak: Bütün bu olanlar gösteriyor ki, zalimin zulmü sonsuz değildir. Zalimler yaptıklarının karşılığını dünyada veya ahirette mutlaka görecektir. İktidarını korumaya çalışan Müslüman yöneticiler, yaklaşık iki milyar nüfusa sahip Müslümanlar, bir avuç Filistinli Müslümanı, dünyada topu topu on altı milyon, bunun da altı milyonunun yaşadığı yerde Yahudi’nin insafına terk etmeleri manidardır. Son yaşanan olaylar çerçevesinde öldürülen 1400 civarında Yahudi için kıtalar ötesinden gelen ABD ve onun batılı yardakçıları her şeyiyle Yahudilerin yanında olduklarını söylemektedirler. Onunla da kalmayıp Yahudi devletini ziyarete, biri gelip biri gidiyor. Âdeta sıraya girmiş vaziyetteler. Öbür taraftan bir tane Müslüman devlet yöneticisi şartları zorlayarak da olsa Filistin’e/Gazze’ye gitme cesaretini henüz gösteremedi… Bırakınız bu cesareti göstermeyi; BAE, Bahreyn, Fas gibi ülkelerle birlikte sıra bekleyen diğer Arap ülkeleri, -işgalci Yahudiler tarafından dünyanın gözü önünde acımasızca katledilen Müslümanlara rağmen- Yahudi devletiyle anlaşma imzaladılar… Allah, mazlum ve müstazafların intikamını illa ki Müslümanlar vasıtasıyla almayabilir… Ama mutlaka alır. Filistinli mücahitler, onurlu bir direniş, akıllı bir planlamayla; dünyanın en güçlü! En korunaklı! En güçlü istihbaratına sahip olduğu söylenen Yahudi devletinin, kalbine girdiler. Öldürdüler, esir aldılar, korkuttular ve geri döndüler. Şehadeti göze alan birini hiçbir güç korkutamaz. Çünkü şehadet en güzel mekteptir. Artık Yahudiler için göç zamanı gelmiştir… ----0---- * BUHTUNNASR, asıl ismi NEBUKADRETSAR olan Babil hükümdarı, MÖ/605-562 yıllarında yaşadı. * İsrâ Sûresi 17/4-7; Tevrat: Levililer, 26/14-44 ve Tesniye, 28. I- Ravzatü’s-Safâ fî Sîreti’l-Enbiyâ

MÛSÂ B. EBİ’L-GÂZÂN

ENDÜLÜS İslam devleti; sekiz asır boyunca yedi dilin harmanlandığı, üç farklı dine mensup insanların herhangi bir baskıya maruz kalmadan dostça yaşadığı, insanlık tarihinin en güzel örnekliğinin sergilendiği bir ülkeydi. Birçok alanda sergilenen sayısız güzelliğe rağmen oldukça zor dönemler de yaşandı. Karşılaşılan pek çok badireye rağmen ilimden sanata, sanattan mimariye ve görgü kurallarına kadar birçok alanda Endülüs’te ortaya konulan medeniyet seviyesi, dünyaya örneklik teşkil etti. Endülüs, özellikle kütüphaneleri yönüyle günümüzde dahi konuşulmaktadır. Nitekim Batılı bir yazar; “Endülüs’ten bize 30 kitap kaldı, onula aya çıktık. Eğer kitapların tamamı günümüze ulaşsaydı neler yapardık bilemiyorum.” der.* Bahsi geçen birbirinden değerli güzelliklerin yaşandığı Endülüs, Hıristiyanların eline geçmesiyle birlikte yakım, yıkım ve işkence yönüyle insanlık tarihinin ender rastladığı olaylar yaşadı. 1250’liden sonra papalığın (Haçlıların) örgütlemesiyle rüyalar ülkesi Endülüs, inkıraza uğramaya başladı… Bu tarihten sonra Kurtuba, İşbiliye (Sevilla) ve diğer İslam beldeleri bir bir Hristiyanların eline geçmeye başladı. Kaçınılmaz sonu doğru Yaratılmış hiçbir varlık ebet müddet kalamaz. Hepsinin bir zevali vardır. Bütün güzelliğine ve zenginliğine rağmen Endülüs Emevi Devleti, 1492’de resmen ve hükmen son buldu. Hıristiyanlar tarafından alınan şehirlerde yaşayan sivil Müslümanların da gelmesiyle Endülüs’ün son kalesi Gırnata’nın nüfusu bir hayli arttı. Kastilya kraliçesi İzabel ile Aragon kralı Ferdinand evlenerek güçlerini birleştirdi. Buna mukabil Müslümanların taht kavgası ve sefahati ise aldı başını gitti. Son halife Ebû Abdullah es-Sagîr ve diğer yöneticiler, zaafa düştü. “Bir aylık mesafeden düşmanına korku salan” Müslümanları korku sardı. Ülkesini savunma cesareti göstermeyen halife, gizli bir görüşmeyle Gırnatayı/ülkeyi İzabel-Ferdinand’a teslim etti! Sattı! Kral Ferdinand Malaga’dan bir yıl sonra Beyza şehrine, daha sonra da Gırnata’ ya doğru harekete geçti. Yukarıda ifadeye çalıştığım gibi Gırnata son kaleydi. Düşman eline geçen diğer şehirlerden gelen Müslümanların da sığınak yeriydi. Kral ve kraliçe de daha fazla zayiat vermek istemiyordu. Bu düşüncelerini halifeye ilettiler. Halifenin de arzusu buydu. Gereksiz kan dökülmesini istemeyen halife, yaklaşık üç milyon Müslümanın yaşadığı şehri/ülkeyi çarpışmadan teslim etti. Halife, yapılan teklifi -göstermelik de olsa- istişare etmek üzere divanı topladı. Sonucu önceden belirlenen konuyu müzakereye açtı. Halife gerekli açıklamaları yaptıktan sonra sözü divana bıraktı. Divanda üzüntüsünü belirtip ağlayanların dışında farklı bir görüş belirten olmadı. Sadece Mûsâ b. Ebi’l-Gâzân hariç. O gayrimüslimlere güvenilmeyeceğini söyledi. Anlaşma metni imzalandığı esnada ağlaşan devlet ricaline: “Ağlamayı çocuklara ve kadınlara bırakınız. Biz erkeğiz, kalplerimiz gözyaşı değil, kan akıtmak için yaratıldı. Görüyorum ki Gırnata’nın kurtuluşuna dair kimsede umut kalmamış. Fakat onurlu nefisler için hâlâ bir kurtuluş yolu daha vardı ki o da şerefli bir ölümdür. Geliniz hürriyetlerimizi savunarak ölelim. Bu suretle bizi işgalcinin zincirleri saracağına, toprak anamız bağrına bassın. Cesetlerimizi koyacak kabir bulunamazsa, gök kubbe de yok olmadı ya! O örter… “Kendinizi aldatmayın! Hristiyanların vaatlerine sadık kalacaklarını da beklemeyin. Ölüm daha az korkulacak bir iştir. Önümüzdeki günlerde evlerimizin yağmalanması, mescitlerimizin kirletilmesi, kadın ve kızlarımızın tecavüze uğraması, vahşet, zorbalık, kırbaçlar, zincirler, zindanlar, diri diri yakılacağınız ateş çukurları sizleri bekliyor. Ölümden korkan zayıf nefisler bunları görecektir. Ben ise Allah’a yemin ederim ki bunları görmeyeceğim.” Bu içli, etkileyici ve candan konuşma divanda her ne kadar etkili olmuşsa da verilen kararın değişmesini sağlamadı. O, Recîʿ hadisesi öncesinde başına yüz deve konan Âsım b. Sâbit’in* şehit olmadan önce yaptığı duayı okudu. Muallim Nâci bu hadiseyi bir şiirle dile getirdi.* Mûsâ b. Ebi’l-Gâzân, düşmanın geleceği yola pusu kurdu. Karşı taraf birçok zayiat verdi. Düşmana karşı savaştı, şehit oldu. Âsım b. Sâbit’in cesedini nasıl sel kaybettiyse onun cesedi de ırmakta kayboldu. Bir tarafta sattığı ülkesinden ayrılırken bir tepeden uzun uzun bakıp ağlayan Ebû Abdullah es-Sagîr’e annesinin: “Ağla! Ağla! Erkek gibi savaşamadın şimdi kadınlar gibi ağla…” dediği son halife; Diğer tarafta ise yiğitçe, onurluca, cihat eden şiirlere konu olan Mûsâ b. Ebi’l-Gâzân… *İspanyol tarihçi Kond; “Gırnata’nın istilası esnasında bir milyonu geçkin nefis kitabı Kur’an zannederek resmi törenle yakmıştır.” derken; Tarihçi Felşiye de; “Tuleytula Episkoposunun Gırnata’da yalınız kendi kuruyası eliyle beş binden fazla paha biçilmez Kuran-ı Kerim’i ateşe atmış olduğunu övgü babında yazmıştır. Bu Episkopos, bizzat seksen bin cilt el yazması ile yazılı Arapça kitabı yakmıştır.” demektedir. Bk. Endülüs Tarihi, Ziya Paşa, Selis Yay. s. 648-49. *Endülüs’ten İspanya’ya, TDV Yay. (...) Geçse Gırnata düşmanın yedine Çan asar en şerefli mâbedine Ne demektir vatan, nedir nâmûs Anlayan kalmamış, hezâr efsûs Bu kadar muktedir iken cumhur, Neden olsun esarete mecbur? Sonra orada bulunan herkesi yeniden savaşa davet eder: Edelim hasmı müzmahil, geliniz Tutmuyor mu kılıç, tüfek, eliniz? Hasma olsun mu pâymâl benim Gözlerimden sakındığım vatanım? Diye sorar ve teklifini yapar: Yine heybet-nümâ-yi cenk olayım, Size ben pîşvâ-yi cenk olayım. Kendimi dâhil-i hisâb etmem; Çünkü ölmekten ictinâb etmem. Böyle bir hârî-i milleti çekemem Ölürüm ben bu zilleti çekemem Hasma yekten atılmadır fikrim Şühedâya katılmaktır fikrim Şimdi gönlüm hayata düşendir, Ben Zübeyr oğluyum, aman dilemem Öyle alçakça şeyleri bilmem Ölürüm şân ile zamanında Yaşamam alçağın emanında (…) *Âsım b. Sâbit, Medineli önde gelen bir sahâbîdir. Ok atmada çok mahirdi. Bedir Savaşı’nda müşriklerin önde gelen isimlerinden Ukbe b. Muayt’ı, Uhud muharebesinde de Mekke’nin en varlıklı kadınlarından Sulefâ’nın iki oğlunu öldürdü. Sulefâ, Âsım’ı kim öldürür ve başını getirişe yüz deve vereceğini söyledi. Bunu bilen müşrikler Âsım’ı takibe başladı. Hz. Muhammed, yeni Müslüman olan Adel ve Kare kabilelerine dinlerini öğretmek için Âsım b. Sâbit’in başkanlığında bir heyet gönderdi. Bunu bilen müşriklerden bir grup, Recî denen mevkide önlerini kestiler. Yapılan çarpışmada on civarında Müslüman şehit oldu. Kahramanca çarpışan Âsım, öleceğini anlayınca Allah’a şöyle dua etti: “Yâ Rabbi! Ben ilk günlerde senin dinini korudum. Sen de bugün benim cesedimi koru.” Şehit düşen Âsım’ın başını almaya giden müşrikler, arıların cesedin etrafını sardığını gördüler. Yanına varmadılar. Arıların gitmesi için akşam olmasını beklediler. Akşam da yağan şiddetli yağmur ve ardından gelen sel, cesedi götürdü veya yok etti. Bu yüzden, Âsım b. Sâbit, Hamiyyü’d-Debr (Arının koruduğu kişi) diye bilinir. Mûsâ b. Ebi’l-Gâzân’da bu olayı hatırlayarak ölmeden önce Allah’a dua etti. Nitekim şehit olunca onun cesedi de bulunamadı.

Mücahit ve Adanmış bir Mümin HASAN EL-BENNÂ

Tarihin hiçbir döneminde akil insan eksik olamamıştır. Bunlar kimi zaman Allah’ın gönderdiği peygamberlerden, kimi zaman da onların yetiştirdiği insanlardan olmuştur. Bedevi bir toplumdan medeni bir toplum inşa eden Son Nebi’den sonra da dünya-ahiret dengesini birlikte yürüten birbirinden değerli insanlar hep olagelmiştir. Bunlardan bir de 14 Ekim 1906’da Mısır’da doğup, 12 Şubat 1949’da şehit edilen Hasan el-Benna’dır. Hasan el-Bennâ, genç yaşta babasının da yönlendirmesiyle dinî konulara ilgi duymaya başladı. Babası, 1923'te Kahire'de dinî ve toplumsal konularda geleneksel eğitim veren Dârülulûm adlı öğretmen okuluna kaydetti. Mezuniyetinin ardından Arapça öğretmeni olarak Süveyş Kanalı yakınındaki İsmâiliye şehrindeki ilkokula atandı. İngilizlerin ülkedeki ekonomik ve askerî varlığı açısından büyük önem taşıyan bu kentte, Müslümanları derinden sarsan İngilizlerin düzenbazlıklarına şahit oldu. Bu ve bunun gibi yanlışlıkları engellemek ve İslâmî duyarlılığı artırmak için, bir İngiliz kampında çalışan altı arkadaşıyla birlikte 1928 yılının ocak ayında “İhvân-ı Müslimîn/Müslüman Kardeşler” teşkilatını kurdu. 1930’da kendi isteğiyle Kahire'deki bir okula tayin istedi ve atandı. II. Dünya Savaşı başladığında çok sayıda öğrenci, devlet memuru ve işçi “Müslüman Kardeşler”e üye oldu. Teşkilat, çok kısa bir sürede Mısır toplumunun hemen hemen bütün kesimlerinde tanınmaya ve temsil edilmeye başlandı. 1937 yılında -yaklaşık- sekiz yüz, 1940’da iki yüz bin, 1948’de beş yüz bin ve 1950’de bir milyon üyeyi buldu. Öyle ki İhvân müntesipleri hemen hemen ülkedeki tüm kurum ve kuruluşlarda görev almaya başladı. Bu durum Mısır hükûmet yetkililerini rahatsız etmeye başladı. Öteden beri İhvân müntesipleri ve muhibbânları da hükûmetin uygulamalarından rahatsızdı. Rahatsızlığın da ötesinde millî çıkarlara ihanet ettiği görüşündeydiler. Buna rağmen Hasan el-Bennâ hükûmet karşıtı görüntü vermek istemiyordu. Teşkilatın, eğitim yönüyle biraz daha olgunlaşması gerektiğini düşünüyordu. Normal şartlarda teşkilatın gelişiminden memnundu. Bazı taleplerde bulunmak için beklenmesi gerektiğini düşünüyordu. Nitekim II. Dünya Savaşı’nı izleyen kargaşa ortamında, teşkilat içinde Bennâ'nın sözünü dinlemeyen, itaat konusunda sorun çıkaran canı tez ve fevri davranan bazı üyeler, başta Başbakan Nukraşî'nin öldürülmesi olmak üzere (Aralık 1948), bir dizi suikast olaylarına karıştı. Bu durum teşkilatı epeyce sıkıntıya soktu. Zaten hükûmet yetkililerinin gözleri üzerlerindeydi. Bazı yaptırımlar için bu eylemler de işin tuzu biberi oldu. Müslüman Kardeşler’in çalışma ve eylemleri yukarıda da bahsettiğim gibi, zinde güçleri epeyce rahatsız ediyordu. Yetkililer açısından, artık onlar tehlikeliydi. Hasan el-Bennâ başta olmak üzere teşkilat mensupları idarecilerin hedefine oturmuştu artık. Yapılan her iş ve konuşma adım adım takip edilmeye başlandı. Nitekim Hasan el-Bennâ 1949'da suikast sonucu şehit edildi. Faili meçhul gösterilmeye çalışılan ölümün ardında kimlerin olduğu belliydi… Bennâ, ilke ve hedef olarak belirlediği sözleriyle* korkusuzca gece gündüz çalışıyordu. Emperyalizme karşı sözlü olduğu kadar kitap ve makaleleriyle de millî bir hareketin oluşturulması için gayret ediyordu. O, sadece Mısır’daki değil tüm Müslümanların İslâm ilkelerine dayanan birlikteliğini savunuyordu. Ona göre Müslüman milletlerin geri kalmasının yegâne sebebi; din yolundan uzaklaşılmasıdır. Kurtuluş ise ancak ve ancak İslâm öğretilerine geri dönmekle mümkündür. Devlet, İslâm dini temelinde teşkilatlanmalı, İslâm hukuku geçerli kılınmalıdır. Toplumun ahlâkı ve eğitimi İslâm ilkelerine göre belirlenmeli, toplumsal eşitsizlik ve adaletsizliklere son verilmelidir. Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın çalışmaları ve maksadı da bu prensipleri gerçekleştirmek olmalıdır. İslam’ın sarsılmaz ilkelerine uygun oluşturduğu teşkilatı, Mısır'ın çeşitli, yörelerinde kurduğu okullar ve toplumsal hizmet kurumları vasıtasıyla görüş ve düşüncelerini hayata geçirmeye çalışan Hasan el-Bennâ, başta Araplar olmak üzere tüm İslâm dünyasını etkilemeye başladı. TEBLİĞ FAALİYETİNDEN ÖRNEKLER Hassas ve duyarlı bir Müslüman olan Hasan el-Bennâ, bulunduğu hemen her ortamda, İslâmsızlığın acısını çeken ve ne yapabilirim diye düşünen/hareket eden biriydi. Bir gün yurtta bulunduğu esnada birkaç arkadaşıyla yaptıkları toplantı sonrasında şöyle bir eylem kararı almışlar: 1- “Ülkedeki olumsuzlukları veciz bir şekilde mektupla dile getirelim. Yazacağımız bu mektupları ülke yönetiminde etkili konumda bulunan, başta cumhurbaşkanı olmak üzere bütün devlet ricaline gönderelim.” Bu durum çok ciddi etki uyandırmış, kimlerin yaptığı ortaya çıkıp tespit edilince bu uygulamadan vazgeçmişler. 2- Ardından yeni bir tebliğ metodu ortaya koymuşlar. O da şöyle: 15-20 dakikayı geçmeyen bir konuşma metni hazırlayarak kahvehanelerde konuşacaklar. Bunu yaparken de hiç sataşmaya girmeden, çay bile içmeden oradan ayrılacaklar. Bu uygulamadan da çok iyi sonuç almışlar. Bu etkinlikten sonra yeniden bir durum değerlendirmesi yapmışlar. Vardıkları karara göre şöyle demişlerdir: “Her ne kadar bazı çalışmalar yapıyorsak da başımızda kendisiyle istişare edebileceğimiz bir İslâm âlimi olmalıdır. Aksi takdirde sıkıntıya düşebiliriz.” dedikten sonra ve bunu kiminle yapmalıyız diye düşündükten sonra, Ezher Şeyhi Yûsuf ed-Dicvî’ye karar verirler. Meseleyi Şeyhe anlattıklarında, Yûsuf ed-Dicvî önce çok ciddiye almaz. Fakat gelmiş olanlara bir şeyler demek gerektiğini düşünerek, bu konularda epeyce işlerin yapıldığından bahisle “Artık ne yapabiliriz ki?” diyerek işi savsaklamak ister. Son derce kararlı olan Bennâ, “Muhterem Hocam, birçok şeyin yapılmış olması tekrar yapılmayacağı anlamına gelmez. Tekrar deneyelim.” der... Bu konuşmanın ardından uzun bir süre geçip de herhangi bir sonuç çıkmayınca Hasan el-Bennâ, Şeyh ed-Dicvî’nin ve seçkin kimselerin de katılacağı iftar yemeğine davetsiz de olsa katılır. Bir şekilde şeyhin yanına oturur. “Bu kimdir?” diye sorduklarında şeyh şöyle bir baktıktan sonra: “Sen misin molla.” der. “Evet, hocam. Teklif ettiğim hususta sizden gerekli cevabı almadan sizi asla bırakmayacağım...” der. Genç mollanın bu tavrı oradakilerden bazılarını rahatsız eder. Hatta kötü bile davranırlar. Ev sahibi, tartışmanın mahiyetini öğrenince: “Hocam, Kahire’nin merkezinde üç katlı bir yerim var, orayı bu ve benzeri faaliyetler için veriyorum.” deyince işin şekli birden değişir. İftar yemeğini unutturacak bir müzakerenin ardından; neyin nasıl yapılacağı ve kimlerle yapılacağı tek tek yazılır. Bağışlanan o binada birbirinden güzel etkinlikler yapılır. Hasan el-Bennâ, adanmış bir mümin olarak yaşamının hemen her safhasında İslâm’ın yaşanması ve yaşatılması için gayret etmiştir. Bu faaliyetlerini yaparken de hiçbir şekilde şiddete başvurmamıştır. Onun bu anlayışı, kurduğu teşkilat, sadece ülkesi Mısır’da değil tüm İslâm dünyasında etkili olmuştur. HATIRA Doğru sözlülük: “Öğretmen okulunda okuduğum dönemde, zinde güçlerin takibatı devam etmekteydi. Bir defasında evinde kaldığım Hacı Şaire Hanım’ın evinde toplantı hâlindeydik. Polis, evi kuşatarak içeri girdi, bizleri sordu. Kadın: ‘Öğrenciler sabah erkenden ayrıldılar, henüz dönmediler. Ben de gördüğünüz gibi bakla ayıklamakla uğraşıyorum.’ dedi. Doğru olmayan bu cevaptan rahatsız oldum. Soranın karşısına çıkarak durumu ona açık açık şöyle anlattım: ‘Sizin vatana karşı borcunuz bizimle beraber olmanızı gerektiriyor. Bizim işlerimizi aksatmamanızı gerektiriyor. Bizi yakalamanızı değil.’ Bu söylediklerime davranışlarıyla olumlu bir şekilde cevap verdiğini bilemiyorum. Fakat hemen oradan ayrıldılar. Onların ayrıldığından emin olduktan sonra diğer arkadaşlarımı çağırarak onlara: ‘İşte bu, doğru sözlülüğün bereketidir. Doğru olmamız ve işlerimizin sıkıntılarına katlanmamız bizim için kaçınılmazdır. Durum ne olursa olsun hiçbir zaman yalan söylemeye gerek yoktur…’ dedim.” Namaz: “Okul döneminde bazı arkadaşlarla sohbet, tebliğ ve buna benzer çalışmalar yürütüyorduk. Yaz tatili oldu. Memleketlerimize gittik. Memlekette üç arkadaşımla neler yapmalıyız diye istişare yaptık. İlk yapmayı kararlaştırdığımız işlerden biri, sabah namazına insanları kaldırmaktı. Kararımızı uygulamaya ertesi sabah başladık. Hemen aramızda mahalleleri paylaştık. Tan yerinin ağarmasından önce halkı sabah namazına uyandırmaya başladık. Kaldırma işlemini tamamladıktan sonra Nil Nehri’nin kıyısında durur, okunan ezanları dinlerdik. Camiler dolardı. Bu kadar kişinin uyanmasına sebep olduğumuzdan dolayı Allah’a şükrederdik. Daha sonra mescide gidip o vakitte oradakilerin yaşça en küçüklerinin bizim olduğumuzu görmemiz mutluluğumuzu katbekat artırırdı. Allah’a hamd eder bu çalışmalarımızın devamını temenni ederdim/ederdik.” ŞEHADETİ Çalışmalarını sürdürmek için oluşturduğu kurumları sık sık denetleyen el-Bennâ, bu maksatla, eş-Şübbânü’l-Müslimîn’e (Müslüman Gençler Derneği’ne) gitmişti. Gerekli denetim ve çalışmaları yaptıktan sonra saat sekiz gibi oradan ayrıldı. Dernek başkanı uğurlamak için kapıya kadar geldi. Bu sırada telefon çaldığı için başkan içeri girer. İçeri girer girmez silah sesi duyulur. Dışarı çıktığında kanlar içinde yatan Hasan el-Bennâ’nın, kaçan arabanın plaka numarasını almaya çalıştığını görür. Yanına vardığında vurulmuş olduğunu görür. Çağırdığı arkadaşlarıyla birlikte el-Bennâ’yı hemen hastaneye kaldırırlar. Kanamasına rağmen durumu iyi idi. Doktorlar zamanında müdahale etselerdi kurtulabilirdi. Ama doktorlar bir türlü gelmedi. Maalesef kan kaybından şehit oldu. Katilin içinde kaçtığı arabanın plaka numarası alınmıştı. 9979 numaralı arabanın İçişleri Bakanlığı’na kayıtlı bir araba olduğu ortaya çıktı. Hasan el-Bennâ’nın cenazesinin nasıl taşınıp kaldırıldığını el-Kitle Gazetesi’nde şöyle anlatılıyor: Taziye için baba evine gelenler tutuklandı. Kur’an okumak ve cenaze namazı kılmak yasaklandı. Cenazenin, önünde ve arkasında birçok silahlı polis taşıyan araba eşliğinde evine götürüldü. Evin etrafı sarıldı, insanlar istese bile gelmelerine imkân verilmedi. Şehidin babası Ahmed el-Bennâ sabaha kadar: “Yâ Rabbi! Adaletine sığınıyorum, oğlumu şehit ettiler.” diye inleyerek namaz vaktini bekledi. Evde yalnızdı. Diğer aile efradını tutuklanmışlardı. Babaya ölüm haberi verildiğinde saat birdi. Eğer yalnız başına namazını kılar ve saat dokuzda defnederse eve getireceklerini aksi hâlde kendilerinin götürüp gömeceklerini söylediler. O da son bir defa oğlunun yüzüne bakabilmek için buna razı oldu. Bundan sonrasını şehidin babası Ahmed el-Bennâ şöyle anlatıyor: “Cenazeyi sabah namazına yakın bir zamanda kimseye göstermeden getirdiler. Defin için yapılan çalışmaları görenlere bile yardım izni vermediler. Çocuğumu kendim defne hazırladım. Tabuta yerleştirdim, ancak tek başıma taşıma imkânım yoktu. Polisten yardım istedim kabul etmediler. Taşıyacak birkaç kişi istedim izin vermediler. ‘Sen ve kadınlar taşısın.’ dediler. Sokaklar tenha idi, kadınların omuzlarında cenaze taşındı. Kaysûn Camii’ne geldiğimizde kimseler yoktu. Caminin görevlileri bile oradan uzaklaştırılmıştı. Çocuğumun cenaze namazını kılmak üzere önüne durduğum zaman gözlerimden yaşlar boşaldı. Bunlar yaş değil, insanlara rahmeti ulaşsın diye Rabbime yönelmiş niyazımdı. Namazdan sonra onu İmam Şâfiî Kabristanı’na taşıdık, defnettik ve ağlayarak evimize döndük.” 14.08.2013’DE YAŞANANLAR ve İHVÂN Bu yazıyı kaleme aldığım sırada Hasan el-Bennâ’nın memleketi Mısır’da ilginç olaylar yaşanıyordu. Bilindiği üzere bundan bir müddet önce (2011’de) “Arap Baharı” diye bilinen olayların sonunda Mısır’ın başkenti Kahire’nin meşhur Tahrir Meydanı’ndaki gösteriler tez zamanda sonuç verdi. Orta Doğu ve Afrika’nın hatta İslâm dünyasının en önemli ülkelerinden biri olan Mısır’da meydana gelen gösteriler uzamadan neticelendi. Mısır gibi köklü gelenekleri olan bir ülkede işlerin bu kadar çabuk neticelenmesi şaşkınlık yaratmışsa da yine de memnuniyetle karşılandı. Önce Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek görevinden istifa etti. Makamından alınarak hapse konuldu. Ardından yargılandı. Yargılanma neticesinde yaşı ve hastalığı da bahane edilerek serbest bırakıldı. Adil (!) Mısır mahkemeleri, Mübarek’i serbest bırakırken diğer taraftan demokratik usulle seçilen kişileri hapse atıp resmî olarak kurulan partiyi ve legal İhvân Teşkilatı’nı kapatmaktan çekinmedi. Bir müddet sonra Mısır tarihinde ilk defa yapılan demokratik seçimlerde el-Bennâ’nın kurduğu Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın kurduğu Hürriyet ve Adalet Partisi seçimi kazandı. Muhammed Mursî aldığı %52 oyla cumhurbaşkanı seçildi. Mursî’nin iktidarı esnasında bir iki devlet (Türkiye ve Katar) istisna edilecek olursa hemen bütün uluslararası kurum, kuruluş ve devletler deyim yerindeyse Mısır’a ekonomik ambargo uyguladılar. Hükûmeti hizmet edemez hâle soktular. Demokrasinin gelmesi için mücadele verdikleri Tahrir Meydanı’nda bu defa da meşru hükûmeti yıkmak için gösteriler başladı. Bu gösteriler de çabuk sonuç verdi. Demokrasiyi sekteye uğratıp darbe yaptılar (3 Temmuz 2013). Yeni kurulan meşru hükûmet, henüz bir yılını dahi doldurmadan içten ve dıştan amansız saldırılar neticesinde alaşağı edildi. Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî tutuklandı. Tutuklamanın ardından hükûmet ve demokrasi yanlısı Mısırlılar, Kahire’de bulunan Nahda ve Râbiatü’l-Adeviyye Meydanı başta olmak üzere ülkenin birçok şehrinde direniş hareketi başladı. Silahsız sadece oturma eylemleriyle devam eden protesto eylemleri aylarca sürdü. Göstericilerin, bayram da dâhil Ramazan ayı boyunca meydanları boşaltmadıkları gibi sayıları her geçen gün artarak devam etti. Batı güdümlü korkak ve ürkek darbeciler, zaman zaman acımasız saldırıları neticesinde binlerce insanın ölümüne, on binlerce insanın da yaralanmasına sebep oldu. Ama onlar eylemlerinden vazgeçmediler. Olayların nerede nasıl duracağı belli değildi. Bu arada bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Bir Müslüman ve insan olarak, yapılanları gördükçe kanım donuyordu. İnsan kendi vatandaşına bu kadar zalimane nasıl davranabilir? Biri ölürken diğeri nasıl gülüp eğlenebilir? Allah’a inandığını söyleyen bir Müslüman olarak zalimin zulmüne nasıl ortak olunabilir? Doğrusu bunu anlayamıyorum... (Olayları görenler bu dediklerimin yaşandığını görecektir.) Yapılan zulmü gözyaşları içinde izlerken: “Yâ Rabbi! Bizlerin idrak edemediği ne var ki! Halkı Müslüman olan ülkelerdeki, bu kanlı olaylar cereyan ediyor. Bu imtihanın sebebi nedir yâ Rabbi!” diye sesli düşünmeye, dua etmeye çalışıyordum. Diğer taraftan şuna inancım tamdır: Akan şehit ve mazlum kanları neyi yeşertecek çok merak ediyorum. Çünkü şehidin kanı, mutlaka güzelliklerin ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Şu anda Mısır’ın başında bulunan Abdülfettah es-Sisi, Muhammed Mursî’nin göreve getirdiği Genel Kurmay Başkanı’ydı. Maalesef Mursî’ye karşı darbeyi de o yaptı. GAZZE ve HAMAS* Kendi vatandaşına en acımasız zulmü reva gören, iktidarda kalmasını sağlayan, ulus ve uluslararası zinde güçlere göbeğinden bağlı Arap yöneticilerinin, hemen yanı başında Gazzeli kardeşleri, ırkçı ve Siyonist emperyalistler tarafından katledilirken tarafsız olduğunu söylemelerine şaşırmamak gerekir. Hamas’lı mücahitler, başlattıkları cihat hareketini, bu tür yöneticilere güvenerek yapmadılar. Bunlardan bir hayrın gelmeyeceğini, Allah’ın dışında kimseye güvenilmeyeceğini, düşünerek yaptılar. Hamas, kurucu liderleri Hasan el-Bennâ’nın mücadelesini ilke edinmiş, o anlayış ve ruhla mücadele etmekteler. Bu yüzdendir ki mütekebbir siyonistlerin ve onun yardakçılarının kalbine korku saldılar. Yahudiler; rahat uyuyamıyor, rahat yiyemiyor, rahat içemiyor, rahat gezemiyor. Köşeye sıkıştılar. Onlar için, sonun başlangıcı başladı. Sadece Yahudiler/Siyonistler mi? Hayır! Bu durum, güç ve kuvveti Allah’ta değil, başkalarında gören herkes için geçerlidir. Ey Şehid Hasan el-Bennâ! Sen ne mübarek insanmışsın ki kurduğun “Müslüman Kardeşler Teşkilatı” kendin gibi adanmış insanların yetiştirmiş... Onlar gözünün önünde şehit olan kardeşini, yan tarafa koyup şehadete (Allah’ın şahitliğine) koşabiliyor. Allah, HAMASLI kardeşlerimizi muzaffer eylesin. O, kendine inanan ve güvenenleri asla yolda bırakmaz. Özelde Mısır’ın, genelde İslâm dünyasının uyanmasına ciddi katkıda bulunan, adanmışlık örneğini ortaya koyan, mücahit ve müşahit bir mümin olan Hasan el-Bennâ’ya sonsuz rahmet diliyorum. *HAMAS: İslâmî Direniş Hareketi/Hareketü’l-Mükavemetü’l-İslâmiyye. HAMAS, 1987’de İsrail'in işgaline karşı yaygın protestoların damgasını vurduğu ilk intifada sırasında kuruldu. 2006’da yapılan demokratik parlamento seçimlerini kazanan Hamas’a, (Mahmut Abbas’ın liderliğini yaptığı El-Fetih örgütü ve onu yöneten emperyalistler) iktidarı vermediler. Yaser Arafat’ın halefi Mahmut Abbas görevine devam etti. HAMAS, Filistin’de siyasi partidir. 2006’da yapılan parlamento seçimden bu yana HAMAS, Gazze Şeridi'nin kontrolünü elinde tutmaktadır. 2007’den bu yana, Batı Şeria bölgesinin yönetimi el-Fetih’te, Gazze’nin ki ise HAMAS’tadır. Yahudiler, HAMAS'ın yönetiminde bulunan Gazze'yi abluka altına aldı. Açık hava hapishanesi olarak nitelendirilen Gazze’de yaklaşık 2,5 milyon Filistinli yaşamaktadır. HAMAS’ın silah tedarik etmesini engellemek için bölgeye insan ve mal giriş çıkışını kısıtladı… ama malum hezimetlerine mâni olamadılar… *Hasan El-Benna’dan Tavsiyeler: 1-Şartlar ne olursa olsun ezanı duyduğunuz zaman namaz için kalkın. 2-Kur’an’ı Kerim’i okuyun, inceleyin veya dinleyin. Azıcık zamanınızı bile yararsız işlere ayırmayın. 3-Dilinizi düzgün konuşmaya çalışın. Çünkü bu Müslüman olmanın belirtisidir. Arapçayı öğrenin, çünkü Kur’an en güzel şekilde Arapça ile anlaşılır. 4-Hiçbir konuda aşırı tartışmayın. Zira gösteriş hiçbir zaman yarar sağlamaz. 5-Fazlaca gülmeyin. Çünkü Allah’a bağlı olan gönül, sakin ve vakarlı olur. 6-Maskaralık yapmayın. Çünkü mücahid bir millet, ciddiyetten başka bir şey tanımaz. 7-Dinleyicinin işiteceğinden fazla sesinizi yükseltmeyin. Çünkü bu bencillik ve eziyet vermektir. 8-Kişileri çekiştirmek ve tavırları küçümsemekten sakının. Hayırdan başka bir şey konuşmayın. 9-Karşılaştığınız kardeşlerinizle sizden istemese bile tanışmaya bakın. 10-Görevler vakitlerden fazladır. Vakitten yararlanmak için başkasına yardımınızı esirgemeyin. Yapacak bir göreviniz varsa onu en kısa yoldan en güzel şekilde bitirmeye çalışın. 11-Her hususta temizliğe önem verin. Evinizde, elbiselerinizde, vücudunuzda, iş yerinizde. Çünkü bu din, temizlik üzerine kurulmuştur. 12-Ahdinize, sözünüze ve vadinize vefa gösterin. Şartlar ne olursa olsun bunlara muhalefet etmeyin. 13-Okuma ve yazmanızı sağlamlaştırın. Müslümanların gazete ve dergilerini çokça mütalaa edin. Küçük de olsa kendinize ait bir kütüphaneniz olsun. İhtisas sahibi iseniz branşınızda derinleşin. 14-Vazifelerinize dikkat edin. (…) Onu rızık kapısı olarak bilin. Davanın vecibeleri ile tamamen çatışmadığı müddetçe vazifelerden ayrılmayın. 15- Malınızın bir kısmı ile davaya katılın, üzerinize farz olan zekâtı cemaate verin. Geliriniz ne kadar az olursa olsun, ondan fakir ve yoksullara bir hak ayırın. 16- Az da olsa malınızın bir kısmını beklenmedik hadiseler için ayırın ve katiyen lüks eşyaya kapılmayın. 17- Durmadan tevbe ve istiğfar edin. Uyumadan evvel birkaç dakikanızı nefsinizi muhasebeye ayırın. Şüpheli şeylerden kaçının ki harama düşmeyesiniz. 18- Eğlence yerlerine yaklaşmayın. (…) Bütün konfor ve rehavet görüntülerinden uzaklaşın. 19- Her yerde davanızı yaymaya çalışın. Nefsinizle şiddetli bir şekilde mücadele edin ki, onun yularını ele alasınız; gözünüzü haramdan ayırın, duygularınıza hâkim olun. 20- Sürekli cemaatle ruhen ve amelen bağlantılı olun ve kendinizi daima kışlasında emir bekleyen bir asker gibi kabul edin. (Hatıralarım -Müslüman Kardeşler-, Hasan El-Benna, Beka Yayınları, İstanbul)

ABBAS MEDENÎ

1931-2019 Abbas Medenî, 1931 yılında başkent Cezayir’in güneydoğusuna düşen Sîdî Ukbe kentinde doğdu. İlk eğitimini imamlık yapan babasından aldı. Geleneksel din eğitimi gördü. Kur’an okuluna devam ederken Cezayir cihadının liderlerinden el-Arabî bin Mehdî’ye arkadaşlık yaptı. 1941’de ailesinin Beskere’ye yerleşmesinden dolayı eğitimini burada sürdürdü. Ayrıca burada iki yıl Fransız Lisesine devam etti. Sonra Âlimler Cemiyetinin bağımsız okullarına giderek kültürel düşüncesinin oluşumunu burada tamamladı. Birlik ve etkinlik için Devrim Komisyonu’nda bağımsızlık mücadelesine atıldı. 1954 yılında FLN’ye (Ulusal Kurtuluş Cephesi) katıldı. Medenî, bu örgütte FLN’nin iki önemli lideri Rabin Biytad ve Bin Bulʿıyd’le birlikte çalıştı. 1954 Kasım’ında Fransa’ya karşı cihadın başlamasıyla birlikte FLN saflarında mücadelesini devam ettirdi. Beş kişilik bir ekiple radyo evine düzenledikleri operasyon başarısız olunca 17 Kasım 1954’te tutuklandı. Medenî, Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar, yani yedi yıldan fazla tutuklu kaldı. Bağımsızlıktan sonra Cezayir Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde “Cezayir’de Eğitim” teziyle lisansa başladı. İşlediği teziyle ayrıca psikoloji dalında doktora eğitimini de tamamladı. FLN’nin bağımsızlığının arefesinde düzenlediği Trablus Konferansı’nda yöneldiği sosyalist çizgiyi eleştirenlerin ilklerindendi. Fakat Medenî ve onun gibi düşünenler FLN’de gördükleri “sapma”yı düzeltemediler. Özellikle Albay Huari Bumedyen’in ülkeyi diktatörce yönettiği yıllarda ülkenin yönelişlerini etkileyecek geniş tabanlı bir faaliyet gösteremediler. Abbas Medenî, 1964 yılında kurulan el-Kıyam Cemiyeti içerisinde yer alan tek FLN üyesiydi. 1976-1979 yılları arasında FLN bursuyla Londra’da felsefe alanında ikinci doktorasını yaptı. Medenî’nin; “İslâm Dünyasında Eğitim Sorunları”, “Aile ve Çağdaş Problemler”, “Modern Düşüncenin Krizi”, “İslâmî Çözüm” gibi kitapları bulunuyor. 1982 yılında Constantina’da, Cezayir tarihinde ilk kez bir İslâmî gösteri düzenlendi. O zamanki Cezayir yasalarına göre bu tür gösteriler yasaktı. Birkaç hafta sonra benzer bir gösteriyi bu kez başkent Cezayir’de organize etmesinin ardından tutuklandı. Mâlik bin Nebî tarafından kurulmuş olan Bin Aknun Üniversitesinin camisini kapama girişimine tepki olarak 80 bini aşkın insanla on dört maddelik bir istek paketi sunmuşlardı. Bu ekipte Medenî’nin yanı sıra Şeyh Ahmed Sahnûn ve Şeyh Abdüllatîf Sultânî de bulunuyordu. 1984 yılında serbest bırakılmasından sonra siyasal çalışmalarını gizli olarak sürdürdü. 1987’de birçok yakını dahi şehit Mustafa Buyali’nin cenazesine katılmaktan çekinirken Abbas Medenî, Buyali’nin cenazesinde bulundu. 23 Şubat 1989 Anayasası’nın getirdiği çok partililik ortamından yararlanılarak 10 Mart 1989’da kurulan İslâmî Selamet Cephesi’nin (FİS) liderliğine ve cephe adına açıklama yapma hakkına sahip yegâne sözcülüğe getirildi. İslâmî hareketin çok çeşitli grupları bu çatı altında topladı. FİS, Cezayir’de yapılan ilk yerel seçimlerden birinci parti olarak çıktı. 1991 Haziran ayında FLN tarafından hazırlanan hileli seçim kanununu protesto için genel grev çağrısında bulundu. 7 Haziran’da, hükûmetle anlaşma sağlanamazsa “sivil cihad” çağrısında bulunacağını söyledi. Ordu duruma el koyduktan sonra güvenlik güçleri FİS genel merkezine bir baskın düzenleyerek 25 Haziran 1991 akşamı Abbas Medenî’yi tutukladılar. Zor kullanarak devletin düzenini değiştirmeye çalışmak ve halkı devlete karşı isyana teşvik etmekle suçlanan Abbas Medenî, başta Ali bin Hâc olmak üzere önde gelen FİS liderleriyle birlikte Buleyde Askeri Hapishanesine koyuldular. Şeyh Mustafa Buyali’nin başlattığı, arkasından FİS’in oluşmasıyla Cezayir’de İslâmî hareket boyut değiştirdi. İslâmî cephenin kurulmasından 1989 Anayasası’nın büyük payı olmuştur. Nitekim bu anayasanın kabulünden sonra 10 Mart 1989’da Bin Bâdîs Camisi’nde düzenlenen bir törenle İslâmî Selamet Cephesi’nin (FİS) kurulduğu ilan edildi. Anayasaya göre dine dayalı bir partinin kurulması yasaktı. Bu bağlamda gerek Cezayir’de gerekse bazı ülkelerde spekülasyonlar oluşturdular. Tüm bunlara rağmen 22 Ağustos 1989’da Abbas Medenî, İslâmî devlet kurmayı amaçlayan siyasi bir parti olarak FİS’in resmen tanınması için başvuruda bulundu. Anayasadaki maddeye rağmen 6 Eylül 1989’da Cezayir’deki ilk İslâmî siyasal parti olarak FİS’in kuruluşu resmen onaylandı. Abbas Medenî liderliğindeki İslâmî Selamet Cephesi, eşi benzeri görülmemiş bir sonuçla 1990’daki yerel seçimlerin çoğunu kazanmıştı/almıştı. Psikoloji dalında bir öğretim üyesi ve Cezayir rejiminin değişik zamanlarda gereksiz sebeplerle sık sık mahkûm ettiği Dr. Abbas Medenî, yine daha önceleri rejimin zindanlarında yatmış bulunan, başkent Cezayir’in büyük camilerinden birinin imamı olan Ali Belhâc bu hareketin önde gelen liderleriydi. Her mücadele insanı gibi Abbas Medenî’yi de etkisiz hâle getirmek ve itibarsızlaştırmak için iktidar tarafından hapse atılmaktan tutun da yapılmadık işkence bırakılmadı. En sonunda yurt dışına çıkmak zorunda kaldı. Ana dili Arapçaya ek olarak İngilizce ve Fransızca bilen Abbas Medenî’nin İngiliz asıllı hanımından 4 oğlu, 1 de kızı vardır. Yıllardır vatan hasreti çeken düşünce ve eylem adamı olan Medenî, Katar’ın başkenti Doha’da tedavi gördüğü hastanede 88 yaşında vefat etti. Emperyalizme boyun eğmeyen, kendi kültür ve değerlerini hâkim kılmak için her türlü fedakârlığı egemen kılmak isteyen büyük mücahide Allah’tan rahmet diliyorum.

SENEGAL’DE EN GÜÇLÜ MÜRÎDİYYE TARİKATININ KURUCUSU AHMEDÜ BAMBA (1850-1927)

Teknik direktörlüğünü Şenol Güneş’in yaptığı maçın uzatma dakikasında, Ümit Davala’nın sağdan yaptığı ortaya İlhan Mansız’ın dokunuşuyla gol oldu. “Altın gol” kuralı gereğince de maç bitti ve Türkiye futbol takımı yarı finale çıktı. Batı Afrika’nın en önemli ülkelerinden Senegal’i 2002’de Japonya ve Güney Kore’nin düzenlediği Dünya Futbol şampiyonasında yendiğimiz bu maçla daha bir tanımış oldum. Maç esnasında futbolcular arasındaki itiş kakıştan dolayı kızmış olsam da o zaman şöyle dediğimi iyi hatırlıyorum; “Rakibimiz keşke Senegal olmasaydı?” Niçin biliyor musunuz? Bizim onları, onların da bizi yenmesini istemediğimden. Çünkü mazlum birini gördüğümde ona karşı ziyadesiyle merhamet ve kardeşlik hissi duyarım. O maçtan sonra ne zaman Senegal ismini duysam hep yakınlık hissetmişimdir. Merakıma mucip Senegal’i araştırmaya karar verdim. Çalışmamda hedefim ağırlıklı olarak İslâm öncü ve önderlerini tespit etmek olduğu için bu ülkeyi incelerken de buna dikkat ettim. %95’nin Müslüman olduğu Senegal’de öncü ve önder niteliğinde kim veya kimlerin olduğuna baktım. Ülkeyi bu konuda bir hayli zengin buldum. O liderlerden en çok dikkatimi çekeni ise Ahmadü Bamba oldu. Bamba’nın büyük dedesi Mame Maram’ın açtığı Kur’an okulunu, kendinden sonra oğlu Mame Balla sürdürdürür. Mame Balla, hocasına duyduğu hürmete binaen ilk doğan erkek çocuğuna Ahmedü Bamba ismini koyar. Senegal’in sembol isimlerinden Maba Diakhu’nun Baol’da cihad hareketine giriştiği yıllarda Ahmedü Bamba henüz dokuz yaşındadır. Ahmedü Bamba babasının 1880’deki ölümüne kadar Baol’da kalarak Arapça, Kur’an ve fıkıh bilgisini geliştirdi. İlerleyen zaman içerisinde ilmî yönden büyük şöhrete kavuştu. Bu arada Batı Afrika’nın en meşhur tarikatı olan Kâdiriyye’nin halifesi el-Hâc Kamara’ya intisap etti. Kâdirî şeyhi Sidya’nın irşadından faydalanmak üzere Moritanya’ya gitti. Orada tasavvuf, akaid, Mâlikî fıkhı ve Sahîh-i Buhârî okudu. Bir müddet sonra Moritanya’dan ayrıldı. Hocasından aldığı halifelik ve icazetinin ardından DarouMarnâne köyünü kurdu. Dergâhta müritlerinin eğitimiyle meşgul oldu. Köyde büyük ilgi gördü. Köy ziyaretçi akınına uğradı. Bir müddet sonra buradan da ayrılarak ilk cihad hareketine başladığı Baol’da Tuba köyünü kurdu ve oraya yerleşti. Şehrin ismini cennetteki Tuba ağacından esinlenerek koydu. Tuba günümüzde Senegal’in başkenti Dakar’dan sonra en büyük şehirdir. Tuba ve çevresinde olduğu gibi ülkenin hemen her tarafında, her geçen gün ünü ve şöhreti yayılan Bamba, yaptıkları çalışmalarıyla Fransız sömürge yönetimini korkutmaya başladı. Sömürge yönetimi, önlem almaya başladı. Durumun farkında olan Bamba, olabilecekleri dikkate alarak, tedbirli olmaya çalıştı. Ülkede çıkan siyasi karışıklıklara girmedi. Bu konuda yapılan suçlamaları da reddetti. ÖNLENEMEZ BÜYÜMESİ Fransızlar ve sömürge yönetimi; aldıkları tüm önlemlere rağmen Ahmedü Bamba’nın yücelmesini, müritlerinin çoğalmasını, hareketin yayılmasını bir türlü önleyemedi. Etrafında oluşan talebe halkası, akın akın gelen ziyaretçiler, direniş hareketleri mensuplarıyla bazı liderlerin ona biat/intisap etmeleri, sömürge yönetimine beklenen verginin ödenmemesi gibi sebepler yöneticilerin rahatsızlığını daha da artırdı. Sömürge yönetimi, Fransa’nın da desteğini alarak Bamba’dan müritlerini dağıtmasını istedi. Bu teklifi kabul etmeyen Bamba 10 Ağustos 1895’te tutuklandı. Saint Louis’e götürüldü. Oradan da Gabon’a sürüldü. Yedi yıl yedi ay Mayombe adasında, Hıristiyanlaştırılmış halk arasında sürgünde yaşadı. Orada birçok Hıristiyanın Müslüman olmasına sebep olurken, diğer yandan da eserlerinin birçoğunu burada kaleme aldı. 1902’de sürgünden döndükten sonra durmak bir yana son derece heyecanla ve şevkle vaaz ve irşada başladı. Bağlılarının ziyareti daha bir arttı. Tekrar tutuklanan Bamba, bu defa Moritanya’ya sürüldü. Ülkede yaşanan karışıklıklara dâhil olduğu öne sürülerek müritlerinin onu ziyaret etmeleri yasaklandı. Buna rağmen ona olan sevgi ve bağlılık her geçen gün daha da arttı. SAVAŞ ve EKONOMİ Sömürge yönetimi, işlerine geldiğinde şeyhten istifadenin yolunu ararken işlerine gelmediği zaman şeyh ve müritlerine etmediklerini bırakmadılar. Nitekim I. Dünya Savaşı’nın arifesinde Bamba’yla iyi ilişkiler içine girmenin ve onun otoritesinden faydalanmanın uygun bir siyaset olduğunu düşündüler. Şeyhle temasa geçerek müritleri arasından Fransız askerî birliklerine asker istediler. Kimlerin gideceğinin seçimini de kendisine bıraktılar. Hangi saikledir bilinmez -maalesef- Fransız askerleriyle birlikte, Osmanlıyla karşı savaşmak üzere bir grup müridini seçti ve gönderdi. Seçtiği müritlerine; “Dönerseniz toprak, ölürseniz şehit olacaksınız.” dedi. Üzgünüm! O müritler Çanakkale’de Osmanlıya karşı savaştılar… Sistemle bu yumuşama politikasının bir başka sebebi de tarikat mensuplarının yer fıstığı üretimindeki etkinliği ve bu suretle kavuştukları büyük ekonomik gücü heba etmemekti. Bamba’nın esas düşüncesi de kendini ibadet ve tefekküre vermiş bir kimse olarak tanınmasını sağlamaktı. Böylece siyasi karışıklıklarla ilgisi bulunmadığı şeklindeki açıklamalarına Fransa ve sömürge yönetimi inandı. Batılıların, özelde de Fransa’nın değişmeyen tavırlarına gelince; Batılılar, kendi istedikleri gibi davranıldığı takdirde iyi görünür, istedikleri gibi hareket edilmemesi halinde ise en acımasız tavırlarını gösterirler. Bütün sömürgelerinde yaptıklarını Senegal’de de yaptılar. Bamba’yla ilişkilerini geliştiren sömürge yönetimi, onu Müslümanların din işleriyle ilgili şûra meclisi üyeliğine getirdiler. Askerî alanda sağladığı yardımlardan dolayı da “Legion d-Honneur” nişanıyla taltif ettiler. Fakat o bu nişanı, sembolündeki “haç” işaretinden dolayı kabul etmedi. TARİKAT ANLAYIŞI Ahmedü Bamba’nın kurduğu ve Batı Afrika’nın birçok ülkesinde yayılmış bulunan Mürîdiyye tarikatı, temelde Kâdiriyye’nin bir kolu olmakla birlikte bazı farklı özelliklere sahiptir. Bamba, Kâdiriyye ve Ticâniyye’nin tesirlerinin de görüldüğü, kendine has bir zikir usulü tertip etti. Bamba Fransız sömürgeciliğine karşı doğrudan bir savaşa girişmediği gibi onun böyle bir niyeti de yoktu. Aksine sömürgecilerle bazı konularda iş birliğine dahi gitti. Fakat çoğu zaman onlardan gelen teklifi reddetti. Onların dediğini yapmaktansa sürgüne gitmeyi tercih etti. Ülkedeki nüfuzunu da dikkate alarak, bir direniş hareketi oluşturdu. Müritlerinin faaliyetlerinden rahatsız olan, iş birliğine girmediği için de baskıya maruz kalan Bamba, hayatının sonuna doğru sömürgecilerle kısmi iş birliğine girmişse de hiçbir zaman aralarında karşılıklı güven oluşmamıştır. Tasavvufî kaynaklara ve Ehl-i sünnet esaslarına vâkıf olan Bamba’nın şartlar ne olursa olsun bu anlayışından vazgeçmediği bilinmektedir. Tüm yaşanmışlıklara rağmen Bamba sürgün, hapis ve işkenceyle geçen hayatının son döneminde birçok Mürîdiyye merkezi kurarak ibadet, ilim ve müritlerinin eğitimiyle meşgul oldu. Yetmiş yedi yıl boyunca ilim irfan ve cihat yolunda geçirdiği hayatı 19 Temmuz 1927’de sona erdi. Tuba şehrinde toprağa verildi. Büyük mücahide Allah’tan rahmet diliyorum. GÜNÜMÜZDE BAMBA’NIN TESİRLERİ ve TUBA ŞEHRİ/İSMİ Senegal'in Dakar'dan sonra en büyük şehri Tuba şehri, kahvesi, camisi, kendine has mimarisi; müritlerinin giyim-kuşam ve yaşam tarzıyla farklı bir kent imajı veriyor. Başkent Dakar'a 200 kilometre mesafedeki Tuba, Mürîdi tarikatı Şeyhi Ahmadü Bamba'nın şehri olarak biliniyor. Bamba'nın 1887'de, Kur’ân-ı Kerîm'den adını alarak oluşturduğu Tuba şehri, kurulduğu günden bu yana Senegal'deki Müslümanlar tarafından kutsal kabul ediliyor. Mürîdî tarikatını kuran Bamba, Batılıların misyonerlik faaliyetlerine direnmiş ve halkın İslâm'la rabıtasını koparmaması için uğraşmış bir isim olarak öne çıkıyor. (…) Çevresindeki birçok ülkenin aksine aşırıcılığın ya da iç çatışmaların fazla görülmediği Senegal'de huzur ve hoşgörü ortamının sağlanması, Bamba'nın oluşturduğu hoşgörü ikliminden ve tasavvuf öğretilerinden kaynaklanmaktadır. Ülkede aşırıcı unsurlara rastlamak neredeyse imkânsız. Senegal'de halkın yüzde 95'i Müslüman. Ancak küçük bir azınlık olan Hıristiyanlar da dinî vecibelerini özgürce yerine getirmektedir. Hatta Paskalya için Hıristiyanlar Müslümanları, dinî bayramlarda da Müslümanlar Hıristiyanları evlerine davet etmektedir. Bazen aynı ailede kardeşlerden birisi Müslüman iken diğer bir kardeş başka bir dine mensup olabiliyor. Senegal, ‘Dinde zorlama yok.’ Esasının gerçekte uygulanabildiği ülkelerden biridir. BATI AFRİKA'NIN EN BÜYÜKLERİNDEN Ahmedü Bamba'nın, temellerini şehre ilk geldiğinde attığı Büyük Tuba Camisi ise Batı Afrika'nın en büyük camileri arasında yer alıyor. Şeyh Bamba'nın öğrencilerinden Şeyh İbrahim Fall tarafından 1963'te tamamlanan 7 bin kişi kapasiteli cami Medine'deki Mescid-i Nebevî’yi andıran mimarisi ve avlusuyla göreni etkiliyor. Perşembe günleri mor kıyafetler giymiş gönüllü kadınlar, cuma namazına hazırlık yaparak camiyi baştan sona temizliyor. MAGAL KUTLAMALARI Tuba Cami, en görkemli zamanını ise Bamba'nın sürgüne gönderilişinde elde ettiği manevi derecenin kutlandığı Magal gününde yaşıyor. Hicrî takvime göre Sefer 18'de düzenlenen Magal için milyonlarca Mürîdî Tuba'ya âdeta akın ediyor. Magal günü yalnızca dinî bir anma olarak değil, siyaset üstü bir organizasyon olarak da nitelendiriliyor. Zira Magal'a sadece Mürîdî tarikatı üyeleri değil, Batılı büyükelçiler, sivil toplum örgütü temsilcileri ve bazı uluslararası kurumların temsilcileri de katılıyor. Görsel bir şölene dönüşen Magal'da Mürîdîler bir araya gelerek ibadet ediyor ve tarikatın bugünkü temsilcisi olan şeyhi görme imkânı buluyor, o gün Bamba için yazılmış ilahiler okunuyor. SENEGAL'İN MİLLÎ İÇECEĞİ TUBA KAHVESİ Tuba kahvesi (Cafe Touba), Senegal'e ait bir karabiber türüyle hazırlanır. Meyve aromalı Tuba kahvesi, Bamba tarafından ilk olarak tedavi amaçlı kullanılsa da bugün Senegal'in ‘millî içeceği’ konumunda. Ünü Senegal'i ve Afrika'yı aşan Tuba kahvesinden dünyaca ünlü İtalyan kahve devi bile internet sitesinde övgüyle bahsediyor. Senegal'de Tuba kahvesi yalnızca bir kahve olmakla kalmıyor âdeta bir kimliği temsil ediyor. Ülkenin en zengin mahallesinden en fakir bölgesine kadar her köşe başında onlarca Tuba kahvesi satıcısına rastlanabiliyor. Fransız sömürgesi döneminde İslâmiyet'in korunması için yıllarca vatanı Senegal’dan ayrı kalan Ahmedü Bamba, 1927'de vefat etti. Öncülük ettiği çalışmalar, ülkede hâlâ devam etmektedir.

G A Z Z E

(…) Ve Kudüs şehri. Artık yer şehri, toprak şehri. Bakır yaprakların, çelik göğdelerin, acımasız yüreklerin Demir köklerin, tunçtan ve uranyumdan dalların. Kurşundan çiçeklerin şehri. Gülle kusuyor ana rahmi Bomba parçalıyor beynini bebeğin Tanklar saldırıyor evlere bir anda ev yok tank var Uçak var gök yok utanç var Ve kime karşı bütün bunlar Masum müslümanlara karşı Binlerce yıl oturdukları yurtta kalmak isteyenlere karşı Ve kim tarafından bütün bunlar Romanın, Babilin, Asurun ve Firavunların Ve nice milletlerin zulmünü görenler tarafından Zalime olan öcünü mazlûmdan almak Zalim olmak ve en zalim olmak Ve artık ne İbrahim ne Yakup ve ne Musa var Tersinden okunan Tevrat hükümleri Karaya boyanmış mezmurlar Ve Kudüs şehri. İçiyle ve ruhuyla suskun Göklere kaçmış hayaliyle Bir pervane gibi ışığa uçmuş gönlüyle Bir başka âleme göçmüş hakikati Tanrı katına varmış İki elini kavuşturup divana durmuş Hüküm istemiş (…) Sezai Karakoç 7 Ekim 2023… O gün sabahın ilk ışıklarıyla beraber dünya sadece yeni bir güne değil âdeta yeni bir çağa uyandı. Mütekebbir ve gâsıp Yahudiler, hırsızlıklarının yanı sıra burnundan kıl aldırmayan tavırlarıyla, -sözüm ona- dünyanın en güçlü istihbaratına sahip olduğunu söylüyorlardı. Buna rağmen kendileri dâhil bütün dünya bir süreliğine de olsa dondu kaldı. Olup bitenleri anlamaya çalıştı fakat bir türlü anlayamadılar. Anlayamazlar çünkü dünyayı şakına çeviren Hamas’ın yiğit mücahitleri, İsrail şehirlerinde dolaşıyor, karakolları basıyor, rütbeli subayları tutukluyor, Siyonist askerleri yerlerde sürüklüyor, tankları ateşe veriyor, esir aldıkları onlarca kişiyi ciplerin arkasına doldurup Gazze’ye götürüyordu. Filistinli mücahitler, İsrail’in haksız ve hukuksuz bir şekilde gasbettiği 13 yerleşim yerinde, 22 noktada çatışmalara girdi. Ellerindeki haritaya göre ilerliyorlardı. Batı Şeria’ya sadece 10 km kalmıştı. Yaşanan bu olaylardan sonra şoku atlatmaya çalışan İbrânî haber kaynakları, ölen Yahudi asker sayısının önce 600, kısa bir süre sonra 1400, bir müddet sonra da 1200 olduğunu duyurdu. O gün ölen Yahudi sayısı; 1948, 1967, 1973 ve daha sonra yapılan Arap-İsrail savaşlarının tamamından fazlaydı. Tekrar ifade etmek gerekirse, Kassam Tugaylarının yaptığı bu eylem karşısında başta Yahudiler olmak üzere bütün dünya dondu kaldı! Özellikle de şeytan Amerika. Yahudilere asırlar gibi gelen bu sürede sahnede sadece Hamas mücahitleri vardı, bir de İsrail’in yerlerde sürüklenen, merhamet dileyen askerleri. BBC’nin Orta Doğu uzman editörü, Jeremy Bowen yaşanan bu olay için ‘İnanılmaz! Bir neslin gördüğü en iddialı operasyon.’ diye anons edecektir. Yine Orta Doğu’nun deneyimli gazetecisi Abdülvari Atwan “Bu operasyona yönelik düşünce, planlama ve yönetim dünyanın en iyi askerî akademilerinde öğretilen şeylerle eş değer.” diyecektir. Sizin anlayacağınız, 7 Ekim 2023’te olanı sadece BBC spikeri değil dünyada hemen herkes inanılmaz buldu. Niçin inanılmaz bulunduğuna gelince; “Açık hava hapishanesi” olarak tanımlanan, çocuk bezi sokmanın dahi mesele olduğu 364 km²’lik bir yerleşim yerinde, tünellerin içinden çıkan 1400 civarındaki mücahit, nasıl olmuştu da uluslararası sistemi şoke eden böylesi bir operasyonu gerçekleştirebilmişti? Her şeyi güçte ve güçlüde görenler bu durumu elbette anlayamaz! Artık olan oldu. Taş yerinden oynadı. Galip, mağlup belli oldu: Filistinliler kazandı. Kibirli Yahudi ve sınırsız destekçisi ABD özelinde Batı kaybetti. SAHÂBE ve HAMAS Sahâbe olunmaz ama sahâbe gibi olunur. Sahâbe; Müslüman olarak dünyada Peygamberimizi görmekle olunur. Henüz yeni iman etmiş bir sahâbî, cihada giderken bunun karşılığında ne var yâ Resûlallah deyince “Cennet!” karşılığını alır. Bunun üzerine “Kârlı bir alışveriş.” diyerek savaşa girer ve şehit olur. Filistinli mücahitler de dünyayı şaşkına çeviren operasyonu gerçekleştirmeye giderken birbirine “Allah’a ısmarladık kardeşim, inşallah cennette buluşuruz.” diyordu. Mehabetli duruşu, işaret parmağını kaldırarak konuşması, hepsinden öte söylediği sözleriyle hemen herkesin merak ettiği Hamas sözcüsü Ebû Ubeyde, 7 Ekim 2023’de olanlarla ilgili şöyle diyecektir: “7 Ekim’de düşman kalelerine saldırırken Allah’ın yardımının tecelli ettiğini gördük. O kaleler, örümcek ağı gibi önümüzde çöktü.” Sahâbî ismi bile adanmışlığı çağrıştırıyor. Bu konuda birkaç örnek vermek istiyorum. Örneğe geçmeden önce sahâbî kelimesinin dahi nasıl bir hidayete sebep olduğuna bakalım: İlkokul hocalığı yapan Alman bir öğretmen, talebelerine ne olmak istediklerini yazmalarını istemiş. Herkes olacağı mesleği yazmış. Bir Türk öğrenci de “Sahâbî olacağım.” diye yazmış. Hoca “Bu nasıl bir meslektir?” diye sorunca çocuk izah edememiş. Velisini çağırmış. Gelen babası “Evde Efendimizle ve onun sadık arkadaşlarıyla sohbet ederken çocuk onların Peygambere ve dine bağlılığından etkilenmiş olmalı ki böyle yazmış.” diye açıklamada bulunmuş. Hoca “Bu konuyla ilgili bana da bir kitap getirebilir misiniz” demiş. Getirmiş. Bir de “Hz. Muhammed’le ilgili bir kitap getiriniz lütfen.” demiş. Getirmiş. Ardından Kur’an istemiş ve Alman öğretmen Müslüman olmuş. Filistinli mücahitlere geri dönelim: Filistin’de hemen herkes evden çıkarken vasiyeti cebinde çıkıyor. Çocuğu şehit olan bir anne “Benim şanssızlığım, onun benden önce şehadete kavuşmuş olmasıdır.” diyor. Şehit olan genç Âdem’in cebinden çıkan vasiyetinde “Keşke yapabilseydim dediğim çok şey vardı ama hayallerinizi gerçekleştirmenin imkânsız olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Fakat çok mutluyum ki Allah bana hayallerimden biri olan şehitliği nasip etti.” diye yazıyor. Bir diğer şehit Ömer Hammar’ın vasiyetinde “Çok şey yapmak istedim. (…) Annemi yalnız bırakmayın. Umarım herkes beni affeder. Kimse beni unutmasın.” yazıyor. Evini zorla almak isteyen Yahudi’ye karşı direnirken şehit olan İbrahim Nablusi “Şehit oluyorum dostlarım. Annemi seviyorum. Benden sonra vatana iyi bakın. Onurumuz adına rica ediyorum, kimse silahını bırakmasın. Burada kuşatıldım ve şehit oluyorum. Benim için dua edin.” diyor. Hastanede başında bekleyen annesi Rividya; “Yüzlerce İbrahim’den bir İbrahim’i vurdularsa hepiniz bir İbrahim Nablusi’siniz. O çok sevdiği Hz. Muhammed’e doğru yola çıktı. İbrahim kazandı. Allah’a hamdolsun. Ey Rabbim! Ben oğlumu sana bağışladım. Onu şehitlerin arasında kabul et.” diyor. Filistinli bu kadının, Uhud’da kocası, oğlu, kardeşi ve babasının şehit olduğunu öğrenen Sümeyye binti Kays’ın “Allah’ın Resûlü sağ ya! Varsın bütün yakınlarım şehit olsun ne çıkar!” demesinden farkı ne? Ebû Ubeyde verdikleri mücadeleyi izah ederken “Bu cihattır. Sonu ya şehadet ya zaferdir.” demiyor mu? O konuşuyor; eli kanlı ABD ve İngiltere uçak gemilerini Akdeniz’e gönderiyor. O konuşuyor; bütün bombalar Gazze’ye yağıyor. O konuşuyor; hastaneler, okullar, fırınlar masumlar bombalanıyor… Onu bir türlü susturamıyorlar. Ubeyde; başta Araplar olmak üzere bütün Müslümanları muhatap alan konuşmasında: “Savaşı ekranlardan izleyen Arap ve İslâm dünyasına, savaşın kalbinden Gazze’den sesleniyorum. Gazze’deki İslâm’ın çocuklarını savunmak için harekete geçmenizi beklemiyoruz! Ordularınızı ve tanklarınızı Allah korusun! Onları harekete geçirmenizi de istemiyoruz! Yıkılan mübarek mescitlerimiz için de gelmenizi beklemiyoruz! Peygamberimize hakaret edildiği için de öfkelenmeyin! Miraca ve semaya giden bu yol için de gelmeyin! Bunları savunmanızı istemiyoruz! Hepsini biz üstlendik. İşgali biz süpüreceğiz. Biz dinimizin ve toprağımızın onuru için savaşıyoruz. Siyonistler bütün sınırları ihlal ediyor ve acımasızca saldırıyor. Mahallelerden çıkmamız da yasaklandı. Sizden sadece şunu istiyoruz: Sınır kapısında bekleyen yardımları hareket ettiremeyecek kadar mı acizsiniz?” Şunu iyi bilin ki “Allah’ın izniyle; saldırganlık kırılacak, irademiz kırılmayacak!” (I) Filistinli şair Nizar Kabbani: “Tek yol var Filistin’e gider. O da tüfeklerin namlusundan geçer.” HAMAS’IN, Amerika’nın koruyup kolladığı Yahudilere ve Batılı emperyalistlere karşı verdiği destansı mücadele göstermiştir ki, İsrail durdurulmazsa, kendiliğinden duracağa benzemiyor. Verilen 'bu mücadele, başka devletlerin veya devlet dışı aktörlerin dâhil olmasıyla; A- İsrail için on yıllardır yaşamadığı kadar büyük bir yenilgiyle sonuçlanabileceği gibi, B- Gazze’nin bir kısmının yeniden işgal edilmesi ve hayatta kalan Gazzelilerden bazılarının muhtemelen geri dönüşü olmayacak şekilde Filistin’i terk etmek zorunda kalmasıyla da sonuçlanabilir. Diğer taraftan; A- uzun süreli ve bölgesel nitelikli bir savaş gerçek bir ihtimal olduğu gibi, B- Orta vadede Filistinlilerin yaşam hakkını güvence altına alacak bir barışa giden kapı da aralanabilir. Her durumda, denklemin değişeceğini ve 7 Ekim 2023 öncesi statükoya geri dönülmeyeceğini hemen hemen kesin olarak söylemek mümkün görünmektedir.’ (II) Oturduğumuz yerden yaptığımız yorumlar böyledir. Temiz, tertemiz bir cihat örneği sunan, sadece O’na güvenen, her şeyi O’ndan bekleyen Hamas’ın kahraman mücahitlerini; kendine güvenenin yalınız bırakmayacağına, onlara parlak bir zafer nasip edeceğine inanıyorum. (I) HECE Dergisi, 324, Aralık 2023. (II) Nihayet, 107, Kasım 2023

NUREDDİN MAHMUT ZENGî

Gerek Hıristiyanlar ve gerekse Yahudiler İslam vahyinin gelmeye başladığı ilk andan itibaren rahatsız oldular. Rahatsız olmakla kalmayıp, müşriklerle direk ve in-direkt iş birliği yaparak her fırsatta İslâm’a ve Müslümanlara karşı düşmanlık beslediler. Ne yaptılarsa da başarılı olamadılar. Hicretten sonra özellikle Yahudiler, kavli ve fili olarak ellerinden gelen her türlü çirkefliği yapmaya devam ettiler. Ayrı kantonlarda yaşayan, Evs ve Hazreç kabilelerinin müttefiki, Ben-i Kaynuka, Ben-i Nadir ve Ben-i Kurayza Yahudileri her zaman olduğu gibi çıkarttıkları huzursuzluklardan dolayı henüz Efendimizin sağlığında Medine’den çıkarıldılar veya öldürüldüler. Hicret sonrası oluşan yeni yapıyla beraber, Peygamberimiz için artık plan yapma zamanı gelmişti. Önce Medine Vesikasıyla iç düzeni sağladı. Diğer taraftan yeni fetih hazırlıklarına başladı. Fetih hareketi, önceleri seriye, daha sonra gazveyle sürdü. Gerek peygamberimiz ve gerekse Hz. Ebubekir’in en büyük arzusu Kudüs’ü almaktı. Fakat ne peygamberimiz ve ne de Hz. Ebubekir için mevcut şartlar ona müsait değildi. Bu fetih, Hz. Ömer’e nasip oldu. Henüz İslam’ın ilk yılları diyeceğimiz bir tarihte (637-38) Kudüs fethedildi. Lakin bu fetih, Hıristiyanları ziyadesiyle tedirgin etti. Kudüs’ün kaybedilmesini bir türlü hazmedemeyen Hıristiyanlar, oluşturdukları Haçlı ordusuyla, kutlu şehri tekrar almak için Müslümanların zayıf anını gözetlemeye başladılar. O fırsatı bulduklarında da Kudüs’ü, insanı insanlığından utandıracak şekilde kanlı ve vahşi bir şekilde tekrar aldılar. Bununla da yetinmeyen Haçlılar, Mekke ve Medine (Hicaz) yöresini de almak istediler. Aşağıda kısmen izah edeceğim gibi Müslümanları tahrik sadedinde Peygamberimizin mübarek na’şını alma planı dahi yaptılar. Kabul etmek gerekir ki, hicrî altıncı asır, İslâm dünyasının dağınık olduğu bir dönemdi. Bu dağınıklığı ve bozulan düzeni yeniden kurabilmek için güçlü bir yönetime, dirayetli bir lidere ihtiyaç vardı. Her ne kadar bu yörede Anadolu Selçukluları varsa da Moğolların vasalı olduklarından o dirayeti gösteremiyorlardı. Bu yüzden Nureddin Mahmut Zengî’ye, beklenen lider gözüyle bakılıyordu. Zengî, ortaya koyduğu liderlikle çok kısa sürede bu beklentiyi karşılayacağını gösterdi. Çok kısa zamanda Şam, Hama, Halep, Humus ve Mısır gibi bölgenin idaresini eline aldı. Yaptığı fetihlerden elde ettiği paranın bir kısmını askerlere harcarken diğer kısmıyla da şehirleri imar ediyor, medreseler yapıyor, ilim erbabının yetişmesini sağlıyordu. Zengî Anadolu Selçuklu Devletinin Halep Atabek’iydi. Künyesi Ebü’l-Kâsım Mahmut bin İmâdüddîn Zengî’dir. 1118’de Musul’da doğdu. İyi bir eğitim aldı. İslâm terbiyesiyle yetişti. Gençliğinden itibaren babasının seferlerine katıldı. Bu sayede ok, kılıç kullanmanın yanı sıra, liderlik, yöneticilik ve kumandanlık vasıflarını geliştirdi. Onun siyasi açıdan başlıca üç hedefi vardı. 1- Haçlıları ortadan kaldırmak, 2- Mısır’daki Fatımi Devletine son verip İslâm dünyasını Abbasî halifesinin şahsında birleştirmek, 3- Kudüs ve İstanbul’u fethetmek, 1173 yılında Anadolu’ya gelen Zengî, II. Kılıcarslan’a ait bazı kasabaları ele geçirdi. Aldığı bu şehirleri daha sonra iade etti. Bağdat Abbasî halifesi kendisine Musul, Elcezire, Erbil, Hilat, Suriye, Mısır ve Konya hükümdarlığını teslim ettiğini belirten bir menşur (nişan-belge) verdi. Zengî, her ne kadar Haçlıları tamamen yok edip, Kudüs’ü fethedememişse de çok büyük oranda Haçlıları hırpaladı, zayıf düşürdü. Kudüs’ün fethine giden yolu kolaylaştırdı. Kudüs’ün alınacağına öyle inanıyordu ki, Mescid-i Aksa’ya konmak üzere bir minber siparişi dahi verdiği söylenmektedir. Yıllar sonra Kudüs’ü fetheden Selahaddin-i Eyyubî, o minberi yeniden yaptırdığı mescide koydu. 1969’da Siyonist, terörist bir Yahudi Mescid-i Aksa’yı yaktığında o minber de yandı. Sultan Zengî, Mısır’a gitmek üzere hazırlık yaptığı sırada 1174 yılında Şam’da vefat etti. Kendi yaptırdığı Nuriye Medresesine defnedildi. Yerine henüz on bir yaşındaki oğlu el-Melikû’s-Salih İsmail geçti. HİZMETLERİ 1147-1149 yılları arasında gerçekleşen ikinci haçlı seferlerini neticesiz bırakan İslâm kahramanlarından biri olan Nureddin Zengî, kurduğu eğitim kurumları, sosyal tesisler ve yaptığı imar faaliyetlerinin yanında, güçlü bir devlet kurucusu olan Selâhaddin Eyyûbî’yi yetiştirmesiyle de tanınmaktadır. Bu ikili arasında son derce sağlıklı bir ilişki vardı. Halep, Şam, Hama, Humus, Baalbek ve diğer şehirlerde büyük medreseler, camiler, imaretler, kervansaraylar, hastane ve dârü’l-hadisler yaptırdı. Bu kurumların masrafların karşılanması, tamiratı ve yaşatılması için büyük vakıflar kurdu. Şam’da yaptırdığı büyük hastane, devrin en meşhur mütehassıs doktorlarının hizmet verdiği bir sağlık müessesesiydi. Hadis Üniversitesi mahiyetindeki ilk dârü’l-hadisi o kurdu. Çok sayıda kitap vakfetti. Rasathane kurdurarak güneş saati yaptırdı. Nureddin Zengî; dindar, İslâm mücahidi ve adaletli bir devlet adamıydı. Siyasi açıdan üstün başarılar elde ederken bir yandan da devleti ayakta tutan kurumlar tesis etti. Bu sebeple onun İslâm kurumları tarihinde apayrı bir yeri vardır. O aynı zamanda ilim adamlarının da hamisiydi. Karargâhında dahi Kur’an-ı Kerîm okutup hürmetle dinlerdi. Ülkesini adaletle idare ettiği için “melik-ül-âdil” lakabıyla bilinirdi. Haftada iki gün halkın huzuruna çıkarak şikâyetleri dinlerdi. Haksızlıkların önüne geçmek ve devletin menfaatlerini korumak için hassas bir haber alma teşkilatı kurdu. Haberleşmede güvercinlerden de faydalandı. Kendisinin ve aile çevresinin ihtiyaçlarını, ihsanlarını, şahsî malından karşılardı. Ganimetten, hükümdarlık payından fazlasını almazdı. Altın, gümüş kullanmaz, ipek giymezdi. En büyük arzusu Haçlıları topraklarından çıkarıp Kudüs’ü tekrar geri almaktı. Sürekli bununla ilgili plan yapıyordu. Kudüs’ün alınmasını kendinin istemesi kadar toplumun da beklentisinin öyle olduğunu biliyordu. Çalışmalarını da buna göre yapıyordu. Anlaşılan o ki, cihat faaliyetlerini bu anlayışa göre tanzim ediyordu. Kudüs’ün fethinin en büyük ibadet olduğunu biliyordu. Onun Allah’a bağlılığı, adil, güvenilir ve cesur meziyetlerden dolayı ümmet, sultanın Allah tarafından görevlendirildiğine inanıyordu. İLGİNÇ BİR OLAY Hz. Peygamber’in Kabrine Suikast Girişimi Nureddin Zengî, Halep'te bir gece, rüyasında peygamberimizi gördü. Kendisine tebessüm ederek bakan Resûl-i Ekrem, mübarek parmağıyla iki adamı işaret ederek: “Nureddin, şu iki adamdan beni kurtar!” der. Heyecanla uykudan uyanan Zengî, bir müddet düşünceye dalar ve tekrar uyur; fakat aynı rüyayı, aynı gece üç defa görür. Her defasında Hazreti Muhammed: “Nureddin, şu iki adamdan beni kurtar!” der. Sabah namazını kıldığı büyük camideki Hoca Efendi'ye, rüyasını anlatır. Hoca Efendi, rüyayı yorduktan sonra “Hazreti Muhammed bir tehlikeye maruzdur. Derhal gitmelisin!” der. Hemen bir askerî birlikle yola çıkan Zengî, birçok kıymetli hediyeleri de beraberine alarak Medine'ye gider. İlk iş olarak Peygamberimizin kabrini ziyaret eder. Sonra bütün Medine halkını, getirdiği hediyeleri dağıtmak üzere bir araya toplar. ‘Sizler, Hazreti Peygamber’in aziz komşularısınız, bu hediyelerimi lütfen kabul buyurun’ diyerek herkese ayrı ayrı hediyelerini takdim eder. Fakat Zengî, dikkatle bakmasına rağmen rüyasında gösterilen adamları, göremez. Oradakilere, “buraya gelmeyen kimse kaldı mı?” diye sorar. Oradakilerden biri, “İki sene evvel batıdan gelmiş iki kimse var ki, onlar hiçbir hediye almazlar, son derece cömert kimselerdir, gece gündüz evlerine kapanıp ibadetle meşgul olurlar. İçimizde en salih kimseler olarak görünürler. İşte o iki zat burada yok. Evleri de Resûlullah'ın kabr-i saadetinin yakınında, şurada...” der. Derhal bu iki şahsın yanına giden Zengî, güç bela kapıyı açtırınca bir de bakar ki Hazreti Muhammed’in rüyada gösterdiği kır saçlı iki adam. Evin ortasında büyükçe bir hasır serili, fakat başka hiçbir şey yok. Etrafı iyice tetkik eden Zengî, bir şey göremez. “Şu hasırı kaldırın bakayım.” der. Kır saçlı adamlar hasırı kaldırınca altında büyükçe bir merdivenin yerin altına doğru uzandığını görür. Merdivenden yerin derinliklerine doğru iner. Buradan da Resûlullah'ın kabrine kadar bir dehliz açıldığını görür. O günlerde de tam da kabrin altına vardıklarını görür. Zengî'nin sıkıştırması üzerine bu iki adam, ilk fırsatta Efendimizin mübarek na’şını Avrupa'ya götüreceklerini, bu işe karşılık torbalar dolusu altın alacaklarını itiraf ederler. Medine halkının iyi olarak bildiği bu insanlar, yaptıklarından dolayı gerekli ceza uygulanır. Yaşanan bu olayın ardından Zengî, Ravza-i Mutahhara'nın etrafını kazdırarak kurşun duvar çektirdi. Böylece önemli bir tehlike bertaraf edilmiş oldu. Bu olaydan da anlaşılacağı gibi, İslâm’ın en mahrem bölgelerinden olan Medine’ye kadar Hıristiyanlar girebilmiştir. O tarihte bölgenin yönetimi, denizde ve karada yeterli güce sahip olamayan, Memlukluların elindeydi. Bu durumu bilen Portekizli komutan Alfonso’da 1510’da Mekke-Medine’yi alarak Peygamberimizin na’şını almayı düşündü. Ne var ki, fiiliyata geçemeden sonlandırmak zorunda kaldı. Çünkü Yavuz Sultan Selim, Çaldıran Savaşını kazanarak Safavileri, Şah İsmail’le iş tutan Kansu Gavru’yu Ridaniye’de, Tomanbay’i de Mercidabık’ta yenerek Memlukluları ortadan kaldırdı. Böylece kutlu mekânlar dâhil, bütün Arabistan Yarımadası Osmanlının eline geçti. Böylece İslam birliği sağlanmış oldu. Bütün bu gelişmeleri yakından takip eden Alfonso, efendimizin mübarek cesedini almaktan vaz geçti. ZENGÎ HAKKINDA SÖYLENENLER Sultanın çağdaşı olan İbn Kayyum el-Cevzî: “Nûreddin Zengî... Kâfirlerin elinde olan elliden fazla şehri geri aldı. Onun hayatı pek çok sultanın ve idarecinin hayatından daha temiz ve iyiydi. Onun döneminde yollar güvenli ve emniyetli idi. Onun övülecek tarafları pek çoktur. O, kendini Bağdat’taki halifeliğe bağlı ve onun emrinde görürdü. Yumuşak huylu, şatafatsız ve alçak gönüllü idi. Âlimleri ve dindaşları severdi.” İbn Hallikân: “O adaletli, insaflı, ibadetine düşkün, zahid, muttakî, şeriata bağlı bir sultandı.” İbnü’l-Esir Cezerî: “Ben önceki sultanların hayatını inceledim. Raşid Halifeler ve Ömer b. Abdülazîz hariç, Nureddin’den daha temiz hayat yaşayan, ondan daha ahlâklı hayat süren adaletli bir sultana rastlamadım.” DEĞERLENDİRME O, geceleri ibadet ederdi. Yerine getirdiği belirli bir evrad ve ezkarı vardı. Tıpkı Selçuklu Sultanları gibi taassuba varmayan Hanefî mezhebi mensubu ve hatta âlimiydi. Muhaddis seviyesinde hadis bilgisi vardı. Zulme uğrayan Yahudi de olsa onun hakkını korurdu. 1174 yılında 56 yaşında vefat etti. O dönemde İfrikiye ve Endülüs’teki Muvahhidler dışında İslâm topraklarının hukuki sahibi Abbâsî halifesiydi. Bu durum, Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran, Mercidabık ve Ridaniye Savaşlarını kazanıp, mukaddes emanetleri İstanbul’a götürdüğü ana kadar devam etti. Nureddin Zengî, Hıristiyanların İslâm’a ve Müslümanlara yaptıklarını gördükçe çok üzülür, bu durumu düzeltmek için fevri hareketten ziyade ülkenin yöneticilerine, abid, zahid, salih ve dervişlerine tesirli, dokunaklı mektuplar yazardı. Onlara Hıristiyanların yaptığı zulmü, vicdansızlığı anlatır, dua ve cihada teşvik etmelerini isterdi. Bu davranışından dolayı halktan ciddi yardım gördü. Varlığını ilay-ı kelietullah uğrunda mücadeleye vakfeden Zengî, Allah’a olan bağlılığı sebebiyle ciddi işler yaptı. Yukarda da ifade ettiğim gibi o yaptığı bütün işleri istişare ile yapardı. Hayatını belirleyen yegâne unsur İslami ölçülerdi. Bu anlayıştır ki İslâm dünyasının en kritik zamanında Müslümanların ümidi oldu. Nureddin Mahmut Zengî, Enaniyet, kibir ve ucuptan uzak, Allah’a teslimiyeti tam, halkının itimadını kazanan, cesareti yerinde, halkın içinde Hak’la olan istisna bir lider olarak tarihin şeref levhasında yerini aldı. KAYNAKLAR 1. İslâm Önderleri Tarihi, Ebu’l-Hasan En-Nedvi, Kayıhan Yayınları, c. 1. 2. Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Heyet, Çağ Yayınları, c. 14. 3. İslâm Önderleri Tarihi, Ebü’l-Hasan En-Nedvi, Kayıhan Yayınları, c. 1. 4. Selahaddin Eyyubî ve Devlet, Çağ Yayınları. 5. http://www.estanbul.com 6. İslâm Ansiklopedisi, TDV 7. Osmanlı Hâkimiyetinde Arap Toprakları, Jane Hathaway, Karl K. Barbir’in Katkılarıyla, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, S.48

SENİN DAĞINIKLIĞIN ONUN GÜCÜDÜR

Ormanların kralı aslan, genellikle grup hâlinde gezer. Grup halinde olmanın gücünü bildiğinden, avını sürü hâlindeki hayvanlardan değil yalnızlaştırdığı veya yalnız olanlardan seçer. İnsan da öyledir. Birlikte olduklarında zarar ya hiç ya da çok az olur. Tefrikaya düştüklerinde ise zayiat çok olur. İnsanlar arası ayrılık bazen siyasi bazen fikri olur. Siyasi ayrılığın tahribatı mı çok olur, fikri ayrılığın tahribatı mı? Ülkelerin yıkımı daha çok siyası ayrılıkla olur. Halkların tahribatı fikri ihtilaflarla olur. Birlikteliğin gücüne, ayrılığın tahribatına örnek: Emevîler güçlü ve birlik olduklarında yaklaşık 2,5-3 yıl gibi son derce kısa sürede İspanya’nın tamamını, Fransa’nın da bazı şehirlerini fethetti. Emeviler birliğin gücüyle bu fethi gerçekleştirirken İspanya yönetimi, adaletsiz ve hukuksuz uygulamalarıyla vatandaşı canından bezdirmişti. Birinin birliği, diğerinin dağınıklığı yeni bir medeniyetin doğmasını sağladı. Endülüs Emevî Devleti, inişli çıkışlı yönetim biçimiyle yaklaşık sekiz asır hüküm sürdü. Hemen birçok alanda insanlık tarihinin az rastlayacağı güzelliklere öncülük etti. Endülüs medeniyeti, Bağdat ve Şam’la birlikte Batı’nın aydınlanmasına çok ciddi katkı sundu. Onlar da zaman içinde tefrikaya düştüler. Tavâif-i Mülûk yönetiminin akıl almaz serkeşliği sayesinde ülke günden güne irtifa kaybetti. Bunu gören Kastilya Kraliçesi İzbel ile Aragon Kralı Ferdinand önce evlenerek askeri güçlerini birleştirdi. Sonra da dağınık vaziyetteki Endülüs Emevî Devleti’ni yıktı. Hakeza Abbâsî Devleti de uzun müddet İslâm dünyasının temsilciliğini yaptı. O da zaman içerisinde farklı düşünce ve siyasi çekişmelerden güçleri dağıldı/azaldı. Önceleri hamiliğini yaptıkları Şîa grubu, aradığını bulamadığı Abbâsîlere bayrak açtı. Bayrak açmakla kalmadı, önce Kayravan’da Şiî Devleti’ni kurdu. Zaman içinde Mısır, Irak ve Suriye’yi de içine alan güçlü bir devlet oldu. Diğer taraftan “vekâlet güçleri” diyebileceğimiz Büveyhoğulları, Sâmânoğulları, Bâtınîler, Hamdânîler, Mirdâsîler, Hammâdîler’le de gücüne güç kattı. Aynı dönemde Gazneliler, Karahanlılar ve Selçuklular gibi güçlü Türk devletleri de vardı. Bu devletler zaman zaman kendi arasında mücadeleye girdiği bibi bazen de Hristiyanlarla birlik olup, kendi kardeşleriyle çarpıştı. Bu siyasi farklılıkla birlikte itikadî düşüncede Mâtürîdî ve Eşârî, ameli anlamda Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî Ehl-i sünnet mezhepleri, diğer taraftan varyantlarıyla birlikte Şîa, Mu‘tezile, Cebriye, Mürcieye, Kaderiyye gibi değişik fikri/mezhebi akımlar da vardı. Can sıkıcı, bu siyasi ve fikri akımları, tek çatı altında bir araya getirmenin zorluğunu bilmem söylemeye gerek var mı? İslâm dünyası geçmişte böyleydi. Günümüzde çok mu farklı? İnsanlar tercihinin sonucunu yaşar. Devletler de. Tarihteki bu gerçekliği dile getirmekteki maksadım, insanlara karamsarlık aşılamak değil, geçmişte olanları bilip aynı hataya düşülmemesi için. Aşağıda vereceğim güzel örnekleri de unutmamalıyız. Her ne olursa olsun asla ümitsizlik yoktur. Yaşanan sıkıntı ve dağınıklıktan dert yananlara, bizi bu badireden çıkartacak yok mu diyenlere Allah, öncülük yapacak birini gönderir. Tıpkı Selçuklu Devleti’nin kuruluşunda olduğu gibi. Şehir devletçiklerinin egemen olduğu bir dönemde, Selçuk’un babası Dukak’ın, Yabgu’nun haksız uygulamalarına başkaldırmasıyla başlayan liderliği, yerine geçen oğlu Selçuk’un Müslüman olması, onun özenle yetiştirdiği Tuğrul ve Çağrı Bey’in örnek birlikteliğiyle Selçuklu Devletinin vücut bulması gibi. Prensiplerini İslâm’dan alan Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, devletini kurduktan sonra ilk iş olarak Bağdat Halifeliğini Şiî Büveyhoğulları’nın tasallutundan kurtardı. Halifeyle iyi ilişkiler kurdu. Çok kısa sürede, devleti güçlendirdi. Birçok alanda başlattığı yeniliklerle cazibe merkezi oluşturdu. İslâm birliğini sağladı. Alpaslan’ın Bizanslıları yenmesiyle de Anadolu’yu İslâm yurdu yaptı. Benzer birlikteliği ve çalışmayı Eyyûbî Devleti’nin kurucusu, dağılmaya yüz tutan İslâm Birliği’ni tekrar tesis eden Selahaddin-i Eyyûbî yaptı. Önce ahlak ve maneviyat üzerinde durdu. Ardından seksen yılı aşkın ecnebilerin elindeki esir Kudüs’ü kurtardı. ‘Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır.’ Günümüze gelecek olursak; artık imparatorluklar yok. İslâmî prensipleri esas alan devlet ve yöneticiler de yok. Yaşadığımız çağ, II. Dünya Savaşı’nın akabinde kural ve kaidelerini Batılıların koyduğu yepyeni yönetim çağıdir. Bugün itibariyle yeryüzünde 196 devlet var. Bunların irili ufaklı 54’ü, ‘bir binanın tuğlaları’, ‘bir zincirin halkaları’, ‘bir tarağın dişleri’ gibi olmaktan çok uzak, içlerini vehn’in kapladığı halkı Müslüman devletler oluşturuyor. Bunlardan bir kısmı varlık yokluk mücadelesi verirken bir kısmı da celladına âşık durumda. Mazlum ile Allah arasında mesafe yoktur. Mazlum ve müstezafın niyazını duyan Yüce Yaratıcı, mutlaka ağzı dualı, elinden bir şey gelmeyen çaresizlere cevap verecektir. Bu cevabı; kimin sesiyle, kimin eliyle ne zaman ne şekilde vereceğini güç ve kudret sahibi bilir. Akaidimizin temel kaidelerinden biri de, “Allah ihmal etmez, imhal eder.” Şeklindedir. Armudun sapı, üzümün çöpü demeden birlik olmanın yolları aranmalı. Kulluğumuzun gereği ilâhî mesaj, iyi anlaşılmalı. İslami gerçekliğimiz, birliği telkin ederken, biz ayrılıklarımızı gündemde tutuyoruz. Hâl böyle olunca da seni yok sayan, parya gören, öteki; öldürmek dâhil her türlü acımasızlığı sana reva görüyor. Silkinip ayağa kalkmanın, düşmana cevap vermenin yegâne yolu; birlik olup, caydırıcı güç sağlamaktır. Unutma! Allah’ın dışında, hiç kimse ve hiçbir şey yenilmez olmadığı gibi ebedi de değildir. Unutma! Unun gücü senin bölünmüşlüğündendir.

AÇMAZIMIZ!

Cenabı Hak; “Ey Peygamber! Boş arzu ve heveslerini kendisine tanrı edinen; Allah’ın iman etmeyeceğini bildiği için saptırdığı, gerçeklere karşı kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimse hakkında ne dersin? Böyle birine doğruyu Allah’tan başka kim gösterebilir? Siz hiç düşünüp ibret almaz mısınız?” 45/23 İlk kitabım, Tarihe Yön Veren Simalar. Bahsi geçen kitabımda hayatını yazmaya çalıştıklarım, bildiğini yaşayan, insanlığa katkısı olan öncü ve önder insanlar. Böyle bir çalışma yapmama sebep ise yirmi yıl yaptığım öğretmenlik esnasında ne zaman İslam’ın belirli özelliklerinden bahsetsem, talebelerimden bazıları; kim veya kimler gibi hocam? Diye soruyor ve ekliyorlardı: Hocam, öyle insanlar var ki, dini vecibelerini yerine getirmesine rağmen aynı zamanda faiz yiyor, yalan söylüyor, haksızlık ve adaletsizlik yapıyor! Derlerdi. Bunun üzerine hayatında çelişkisi olmayan veya az olan örnek şahsiyetleri, anlatmaya daha sonra da yazmaya karar verdim. Bilahare de kitap olarak bastırdım. Günümüzde bilgiye ulaşmanın kolaylığı malum. Hal böyle olunca hiç kimse ben bilmiyordum, duymamıştım diyerek mazeret belirtemez. Gerek sosyal medya mecraları gerek kitaplar ve gerekse alanında yetkin insanlar vasıtasıyla hemen her bilgi edinilebilir. Elbette bilmek önemli. Zira bilgi güçtür. Bilmek çok önemli fakat bilmekten çok daha önemlisi bilineni uygulamaktır. Bugün sıkıntılarımızdan biri budur. Sadettin Ökten’in deyimiyle bilgi eksikliği yok bilgi oburluğu var. Tutarlı, her hangi bir âlime veya şeyhe geçmişte olduğu gibi günümüzde de saygı duyulmakta. Çünkü onlar yaşamlarına, söylemlerine ihtimam gösterirler de ondan. Onların, hayat çizgilerinde tenakuz yoktur. Her türlü ifrat ve tefritten uzak durup, Yunus Emre’nin deyimiyle yaratılanı yaratandan ötürü severler, herkesin anlayacağı şekilde konuşurlar. Hiç kimseyi ötekileştirmezler. Mevlana’nın, kim olursan ol gel diye hiç kimseyi ayırt etmeden çağrıda bulunurlar. Böyle olunca da insanlar, onlara hürmet edip saygı gösteriyorlar. Günümüzde bu denli saygın âlime, şeyhe ve onların öğretisine tabi olmuş insanlara, her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Sezai Karakoç’un deyimiyle; kötüleri ve kötülükleri tamamen yok edemeyiz. Lakin iyilikleri çoğaltabilir iyileri yetiştirebiliriz. En azından bu konuda gayret edebiliriz. Bizden istenen de bu değil mi? İğneyi kendimize, çuvaldızı başkalarına batırmak gerekir. Yüce Yaratıcı, ‘…sen kendine bak sen iyi olursan kötü olanlar sana zarar vermez…’ buyuruyor. Bugün Türkiye’de yaklaşık 1,5 milyona yakın ilahiyat mezunu var. Dini alanda yüksek tahsil görmüş bir buçuk milyona yakın insan! Seksen beş milyonluk bir ülkede bu sayı oldukça çok, oldukça güzel. Ayrıca Diyanet camiasında, yurtiçi ve yurtdışında yaklaşık yüz elli bin din görevlimiz, yüz binin üzerinde camimiz, sayısını tam olarak bilemediğim Kur’an kursumuz var. Daha da önemlisi, mezradan köye, beldeden kazaya, mahalleden şehre hemen her yerde cami ve o camilerin görevlileri mevcut. Diğer taraftan hemen hemen bütün okullarımızda görev yapan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenlerimiz var. Yurtiçinde ve yurtdışında bu kadar din görevlisi hizmet etmesine rağmen ferdi, ailevi ve sosyal hayatımızda İslami anlayış, -maalesef- çok sağlıklı ilerlemiyor. İstenen düzeyde gitmiyor. Şüphesiz doğru yapılan işler de var. Çok hayırlı ve çok değerli işler yapılıyor. Yapılması için de mücadele ediliyor. Buna rağmen istenen netice alınamıyorsa kendimizi muaheze etmeliyiz: Niyetimizde mi, yoksa amelimizde mi bir sıkıntı var. Ters giden bir şeylerin olduğu muhakkak. Bu terslik, esasta olmadığına göre usulde yanlış yapıyoruz demektir. Bu durum, iyiden iyiye tartışılmalı ve behemehâl vuzuha kavuşturulmalıdır. Gerekirse yöntem ve metotlarımız gözden geçirilmeli yeni bir çalışma usulü belirlenmelidir. Din görevlilerin çokluğunu zikrederken Necip Fazıl Kısakürek’in, bir gün otobüsle Eminönü’nden Taksime giderken eski Mithat Paşa yeni TÜPRAŞ stadyumunun yanından geçtiği esnada gol olmuş. Taraftar gol diye bağırmış. Üstat: ‘Şu gol diyenler, ol dese ne olmaz ki!’ dediği aklıma geldi. Hiç şüphesiz tarihimizde İslami hizmetlerde bulunan, başarılı olan, birbirinden değerli örneklerimiz var. Gittiği bölge ve ülkelerde oldukça zor şartlar altında güzel işler çıkaranlar var. Şu örneklerde olduğu gibi. Güney Afrika’da Ebubekir Efendi, Japonya’da Abdürreşit İbrahim Efendi, Brezilya’da Abdurrahman Efendi vs. İslami hizmetlerde hiç şüphesiz temel düstur ahlaktır. Ahlak: İnsanların görmediği yerde şeytanla olup, gördüğü yerde Tanrıyla olmamaktır. Değişik ifadeyle hazarda ve seferde, her zaman her yerde Allah’la birlikte olmaktır. “Laf yalama oldu iş eylemede” diyen Üstat ne güzel ifade etmiş. Söylediği bağlayıcılık ifade edenler, çok susup az konuşmalı. Ağzına geldiği gibi konuşmamalı. Söyledikleri zaman da toplumda karşılık bulmalı. Aksi takdirde söz ve yüz eskimesi oluyor. Gerekli-gereksiz, yerli-yersiz tartışmalar yüzünden gücümüz azalıyor, zaafa düşüyoruz. Kulluk kitabımız birlikten bahsetmesine rağmen, hep ayrılıklarımızı/farklılıklarımızı önceliyoruz. Gerek ferdi ve gerekse toplumsal olarak, her şeye ve herkese septik/şüpheyle bakıyoruz. O da birlikte hareket etmemize engel oluyor. Sanırım, en büyük açmazımız, değişmez gerçekler yerine, dünyevi isteklerimizi öncelememizdir.

İGBO YAHUDİLERİ!

‘Musevi olunmaz; Musevi doğulur.’ Yahudilik, anadan gelir. Gerçek bir Yahudi erkeği, başka bir dine mensup bir kadınla evlenmez, velev ki evlendi ondan doğan çocuk Yahudi olmaz. Lakin bir Yahudi kadını hangi din mensubu erkekle evlenirse evlensin ondan doğan çocuk Yahudi’dir. Yahudi olamayanlar, ancak onların menfaati için çalışabilir. Günümüzde olduğu gibi… Yahudi tarihi çok inişli çıkışlıdır. Kendilerine özgü tutumlarından dolayı tarih boyunca bulundukları hemen her yerde huzursuzluk çıkartıp nankörlük yaptılar. Azgınlıklarından olacak ki, bir türlü beladan kurtulamıyorlar. Herkese yaptıkları saygısızlığı, Firavunun zulmünden kurtaran Yüce Yaratıcı ve Hz. Musa’ya dahi yaptılar. Bu gayr-ı ahlaki tutumlarından olacak ki, asırlarca vatansız yaşadılar. Zulüm üstüne zulüm gördüler. Dövüldüler, sövüldüler, sürgün edildiler. Hiçbir zaman yaşadıklarından ders almadılar. Bırakın ders almayı her defasında azgınlıkları arttıkça arttı. Kendinden olmayanları mütemadiyen aşağıladılar. Kötülediler. Tahrif olan kutsal kitapları Tevrat’ı temel alarak ‘öteki’ olarak gördükleri herkesi öldürmeyi, köle olarak kullanmayı kendilerinde hak gördüler. Dünyanın her ülkesine dağılmış durumdalar. Son olarak kalabalık bir topluluk olarak Almanya’da bir araya geldiler. Orada da çıkarttıkları huzursuzluktan dolayı Hitler, altı milyon Yahudi’yi muhtelif şekilde öldürdü. Altı yüz yıl müddetince dünyaya huzur getiren Osmanlının zayıflamasıyla beraber İngilizler, diğer Batılıların müsamahakâr tutum ve destekleriyle Avrupalı Yahudiler başta olmak üzere 1917’den itibaren Filistin topraklarına göçe başladılar. Onlar geldikçe o bölgede terör olayları arttı. 1948’e gelindiğinde haksız ve hukuksuz bir şekilde gasp ettikleri Filistin’de İsrail adında bir devlet sahibi oldular. Dünyada tek tip Yahudi yok. Farklı isimlerle anılmaktadırlar. Bunlar Avrupa, Romalılardan kaçıp Kuzey Afrika üzerinden İberya/İspanya yarımadasına yerleşen Sefarad, ağırlıklı olarak Habeşistan’da bulunan Falaşa Yahudileri gibi. İddia edildiği gibi -varsa eğer- bir de Nijerya’nın Biafra bölgesinde yaşadıkları söylenen İgbo Yahudileri var. İGBO YAHUDİLERİ! İslam tarihinde şöyle bir olay geçer. Gölgenin arzulandığı, soğuk suyun iştah kabarttığı, sebze ve meyvelerin arzulandığı bir mevsimde uzun bir sefere çıkılacağı haberi geldi. Cihat yolculuğunun uzunluğundan olacak ki Allah’ın Resul’ü önceden haber verdi. Herkes ona göre hazırlık yapsın. Bazı sahabeler, ha şimdi ha sonra hazırlanırım/yetişirim derken orduyu kaçırdı. İslam ordusu seferden dönünce Efendimiz, cihada katılmayanları tek tek dinledi. Münafıklar savaşa katılmadıklarına dair abuk-sabuk bahane uydururlar. Sahabelerden bazıları da neden gitmediklerini dost doğru anlattı. Onlar, Hilal, Mürare ve Kab b. Malik’ti. Bu üç sahabe, Hz. Muhammed tarafından bazı haklardan mahrum bırakıldı. Kab b. Malik diğerlerine göre en genç olanıydı. Bu yüzden ona uygulanan ceza da farklıydı. Bütün genişliğine rağmen dar gelen dünyada, kimsenin selam verip-almadığı, hanımına dahi yaklaşamadığı bir sırada Gassan Meliki gönderdiği bir ulakla Kab b. Malik’e; “Duydum ki Efendin seni ter etmiş. Her türlü imtiyazla seni Gassan’a davet ediyorum” der. Kab b. Malik’te ‘Bu da başka bir bela’ diyerek elçiyi başından savuşturur. Kab’ın dediği gibi Ortadoğu’daki hırsız ve gasıp bir avuç Yahudi özelde Ortadoğu’nun genelde dünyanın başına zaten bela olarak yetiyor da artıyor bile. Dünya ikinci bir belayı/Yahudi devletini kaldıramaz. Biafra/İgbo halkı, geçmişte bağımsızlıkla ilgili mücadele etmiş. Şimdilerde tekrar kımıldamaya başladılar. Anlaşılan Nijerya’nın başına bela olacaklar. Hz. Yakup’un oğlu Gad’ın soyundan geldiğine inanıp, kaybolan Yahudiler olduklarını iddia ediyorlar. Nijerya’nın Biafra bölgesinde yaşıyorlar. Müstakil devlet kurma çabaları var. İgbo Yahudilerinin uluslararası Yahudi toplumlarıyla entegrasyonları zayıftır. İsrail anayasa mahkemesi, İgbo Yhudi cemaatini, İsrail’e göç etmelerini kolaylaştıracak şekilde bir Yahudi topluluğu olarak tanımamıştır. İgboların liderliğini 1967’li yıllarda Anglikan inancına sahip bir aileden dünyaya gelen Nnamdi Okwu Kanu yürütüyor. Kanu, yirmili yaşlarında Londra’ya gitti. Orada iletişim okudu. Mezuniyeti sonrasında “Radio Biafra” adında bir radyo istasyonu kurdu. Önceleri Martın Luther King ve Mahatma Gandhi tarzında barışçıl mesajlar vermeye çalıştı. Radyoda ki protesto çağrısı dünyanın en önemli yayın organları vasıtasıyla tüm dünyaya duyuruldu. Nijerya devleti yaptıklarından dolayı onu vatana ihanetle suçladı. Hareketini de terör örgütü olarak ilan etti. Kanu, Yahudilere vatan arayan, bu yüzden Osmanlının bütün düyunu umumiye borçlarını tekeffül eden, buna karşılık II. Abdülhamit’ten Filistin’de kurabiye büyüklüğünde toprak isteyen Siyonist Theodol Herzl’i örnek almaya çalıştı. Ne var ki, Osmanlı Âli Devleti, Nijerya hükümetinin Kanu’ya yaptığını Hezl’e yapamadı. Herzl’i terörist ilan etmediği gibi, Avrupa’da rahat örgütlenme imkânı sağladı. O da kendine tanınan bu fırsatı çok iyi değerlendirdi… Siyonist İsrail devletinde evi bulunan Kanu, ısrarla oraya gitmeyeceğini, halkı ile kendi topraklarında/Nijerya’da yaşayacağını söylüyor. Her ne kadar öyle dese de sık sık İsrail’e gidip gelmekten, Tel Aviv üniversitesinde konferans vermekten de geri kalmamaktadır. Kanu, 2015 yılında yargılandı. 19 ay tutuklu kaldı. Yargılanma esnasında mahkemeye Yahudilerin başın giydiği ‘kipa’ ve omuzlarına attıkları ‘tallet’ ile geldi. Aldığı cezadan, ödediği 800.000 dolar kefaletle kurtuldu. Yukarda da ifade ettiğim gibi Nijerya hükümeti rahat durmadığı için tekrar tutuklayarak idamla cezalandırdı. O da bir yolunu bulup kaçtı. Ardından dünyayı dolaşmaya, davasını anlatmaya çalıştı. Tel Aviv üniversitesinde konferanslar verdi. Nijerya güçleriyle zaman zaman çatışmaya giren, Amerika’dan silah talebinde bulunan Kanu, kendini barışçıl bir örgütün lideri olarak tanımlamaktadır. Knesset üyeleriyle bir araya geldi ve Biafra’nın bağımsızlığı için referandum yapılması talebinde bulundu. 18 Haziran 2021’de Kenya’ya döndü. Döndüğünde hastaydı. İngiliz pasaportu taşıdığından Kenya hükümeti ülkelerinde ölmesi halinde sıkıntı yaşayacağını düşünerek Nijerya’ya teslim etti. Biafra bölgesinde yaklaşık 30-35 milyon insan yaşamaktadır. Bunun da 10-15 bininin Yahudi olduğu iddia edilmektedir. Bölge halkı tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etti. 1967 yılında başlayan ve dört yıl süren iç savaş/çatışma sonunda yaklaşık 1,5 milyonun üzerinde Biafralı öldü. Diğer taraftan ilan ettikleri bağımsızlıkları da geçersiz sayıldı. Nijerya’nın yanı sıra dönemin başat devleti İngiltere ve diğer batılı devletler de bölgenin bağımsızlığına sıcak bakmadı. Nnamdi Kanu’nun konuşma metnini yazan Rachel Navasu; “Misyonerler İgbo halkının Yahudilikle bağlantısını gizlemeyi başardılar ve hatta dinlerinden utandırdılar (…) oysa halkımız, korkusuzca dinlerinin gergini yerine getirmek, dinlerine göre yargılanmak istiyorlar” diyor. Yerel dine inanan bölge halkından epeyce bir kısmı Hristiyan oldu. Bugün itibariyle tüm dünya, özellikle Filistin’de yaşanan soykırımla beraber, Yahudilerin neme-nem insan olduğunu gayet iyi biliyor/görüyor. Onlar zayıf olduklarında munis, güçlendiklerinde ise oldukça acımasız bir topluluktur. Bunlar, kibirli, egoist ve hatta narsis bir millettir. Kendilerini Yehova’nın imtiyazlı kulları sayan Yahudiler, her fırsatta ve her yerde ayrıcalıklı olduklarını ihsas etmekteler.

BİLİNEN BİLİNMEYENLER! (İki Süper Gücün Bilek Güreşi)

Amin Maalouf’un okuduğum son iki kitabı: Uygarlıkların Batışı ve Labirent. İlki, Ortadoğu ve Ortadoğu üzerinde oynan oyunlardan, dünyada ciddi bir güç elde etmesine rağmen yeterli dengeyi sağlayamayan, hatta sübjektif tutumuyla dünyayı kargaşaya sürükleyen ABD’den bahsediyor. İkinci kitap ise Japonya, Çin, Rusya ve Amerika’nın geçmişleri ve geldikleri durumu günümüzde oynadığı rolüne ve konumuna değinmekte. Mısırlı Katolik bir annenin, Lübnanlı gazeteci Marunî bir babanın oğlu Maalouf, kırk yılı aşkın bir süredir Fransa’da yaşamaktadır. Yazdığı birbirinden değerli kitaplarla dünya çapında bir okuyucuya sahiptir. Bahsi geçen kitaplar, roman tadında mini dünya tarihi özelliğini taşımakta. Dünyaya nizam vermeye çalışan liderler, onların diğer devlet ve bölgelerde oynadığı rollerine değinmekte. Labirent kitabından sadece bir olayı özetleyerek aktarmak istiyorum. Bazı tarihlerde bir takım olaylar meydana gelmiştir. Onlardan biri 1956’da Macaristan’daki ayaklanma, diğeri aynı tarihte Süveyş kanalının mısır lideri Muhammed Nasır tarafından millileştirilmesi. Macar ayaklanmasını II. dünya Savaşının galibi Sovyetler, acımasız bir şekilde bastırdı. Süveyş Kanalının millileştirilmesine karşı ise ABD, Fransa, İngiltere ve İsrail Mısır’a savaş açtılar. Buna karşı Sovyetler, ismi geçen dört devlete kafa tuttu ve hatta tehdit içeren bir mektup yazdı. Bahsi geçen mektupla, İngiltere ve Fransa’ya; “…Sovyet hükümeti, saldırganları ezip Doğu’da barışı yeniden tesis etmek için güç kullanmaya son derece hazır ve kararlıdır.” İsrail Başbakanı David Ben Gurion’a da; “Doğu halkları nezdinde İsrail’e karşı öyle büyük bir kinin tohumlarını ekiyor ki, bu durumun İsrail’in bir devlet olarak varlığını korumasını çok güçlendireceği ortadadır.” Durumdan vazife çıkaran ABD ise müttefiklerine; derhal Savaşı durdurmalarını istedi. Zira Sovyetlerin ciddi itibar kaybettiği bir anda tekrar güç devşirmesine fırsat verilmemesi gerektiğini söylüyordu. Bu durumu Amin Maalouf Labirent kitabında; ABD’nin dikkat çeken bu hamlesi mevcut krizi durdurmanın yanı sıra, eski sömürgeci güçlerin (İngiltere, Fransa) bölgesel krizlere Washington’ın onayı olmadan askeri müdahale de bulunma kapasitelerini kesinkes yitirdiklerine işaret eden simgesel andır. Aynı zamanda II. Dünya Savaşının diğer büyük galibinin kendi süper güç rolünü karalı bir şekilde üstlendiği andır. Sovyet Başbakanı Bulganin’in Avrupalı yöneticileri çileden çıkaran sözleri Arapları, Hintlileri, Afrikalıları ve daha pek çoklarını sevindirdi. Gücünün farkında olan Amerika, Küba’yı İspanya’nın sömürgesinden kurtardı. Bir takım anlaşmalarla kendi sömürgesi haline getirdi. Getirmekle de kalmayıp, ne zaman isterlerse müdahale etmelerine hak tanıyan aşağılayıcı “Platt Maddesi”ni* anayasaya eklemelerini dayattı. Dahası başta Irak askerleri olmak üzere birçok tutukluya insanlık dışı içkence yaptıkları Guantanamo Körfezi’ni asla boşaltmak istemedikleri gibi büyük bir deniz üssü kurdular. Castro, ülkesine sürekli tecavüzde bulunan Amerika’nın tasallutundan kurtarmak, bunu isterken de iki süper gücün rekabetini sonuna kadar kullanmak istiyordu. Nitekim 1 Ocak 1959’da Küba’nın genç ve devrimci avukatı Fidel Castro, ülkesini ABD’ye rağmen yönetme kararı aldı. Alınan kararın ardından ABD ambargo uyguladı. Küba hatırı sayılır şekilde fakirleşti. Bu yüzden birçok Kübalı Amerika’ya göçtü. Bütün olumsuzluklara rağmen Castro, Sovyetlerin desteğiyle ayakta kaldı. Öyle bir destek ki az kalsın Sovyetlerle Amerika arasında nükleer bir savaşa sebep oluyordu. (Ekim 1952) Sovyet lider Kruşçev Küba’ya füzeler yerleştirdi. Bunu tespit eden ABD Başkanı Kennedy, denizden ambargo koydu ve derhal füzelerin kaldırılmasını istedi. Bu arada Küba üzerinde uçan bir Amerikan uçağı düşürüldü. İş her geçen gün karmaşık bir hal alıyordu. İşin ciddiyetini anlayan Kruşçev, diyalog yolunu seçerek Kennedy’ye; “Sayın Başkan, her ikimiz de savaş düğümünü attığımız ipi iki ucundan çekmeyi bırakmalıyız, çünkü çektikçe bu düğüm daha da sıkışacak. Ve bu düğümü atanın bile onu çözemeyeceği bir an gelecek. O zaman düğümü kesmek gerekecek ve size bunun ne anlama geldiğini açıklamama gerek yok. Çünkü ülkelerimizin elindeki korkunç güçleri gayet iyi biliyoruz…” ‘Sovyet başkanı Küba’daki füzeleri geri çekti; buna karşılık Amerika’da bir yıl önce Türkiye’ye konuşlandırdıkları füzeleri geri çekecekler ve defalarca yaptıkları, özellikle de 1961’deki başarısız Domuzlar Körfezi Çıkarmasıyla* da örneklendiği gibi, artık Fidel Castro’yu devirmeye çalışmayacaktı. Washington önerileri kabul etti. Yalınız kendi füzelerinin geri çekilişinin gizli tutulmasını ve Türk yöneticilerinin alınganlığını idare edebilmek için altı ay sonra gerçekleştirilmesini istedi. Gerilim anında düştü, dünya rahat bir nefes aldı.’ Bu bilek güreşinin iki başrol oyuncusu Kennedy ve Kruşçev’in talihleri yaver gitmedi. İlki bir yıl sonra Dallas’ta bir suikast sonucu öldürüldü ve arşivlerin açılmamasına karşın ölümünün ardındaki sis perdesi hala dağılmadı. Kennedy’nin Castro’ya karşı uygulamaya çalıştığı suikastlara karşılık, Kennedy suikastını da Castro gerçekleştirmiş olabileceği yorumu yapıldı. Kruşçev ise 14 Ekim 1964’te gözden düşmesinin nedenlerinden biri olarak füze krizi gösterildi. Nitekim olayın üzerinden iki yıl geçmeden iktidardan uzaklaştırıldı. Komünist parti yöneticileri arkadaşlarının hem “maceraperestliğinden” hem de “çevirdiği dolaplardan” rahatsız olmuşlardı. Kruşçev’in yerine daha ölçülü, daha aklı başında ve üslup olarak daha az göze batan birisi olarak Leonid Brejnev’i getirdiler. Birinci, ikinci ve Soğuk Savaş’ın galibi Amerika, eline geçen imkânı hoyratça, kendi lehine ve müttefikleri için kullandı. Karşı koymaya çalışan Rusya ve müttefiklerini de her durumda köşeye sıkıştırmaya çalıştı. ABD Kapitalizmi, Rusya Sosyalizmi benimsedi. 70’li ve 80’li yıllarda ümit bağlanan sosyalizm/komünizm, kendine bel bağlayanları hayal kırıklığına uğrattı. Arayış içinde olan insanlık, ne aradıklarını bilememenin şaşkınlığı içindeler... Bu iki süper güç, kendi rahatsları için payandalarını birbirinin üstüne saldılar. Küba onlardan sadece biri. Dün böyleydi. Bugün böyle. -tedbir alınmaz/uyanık olunmazsa- yarın bundan çok farklı olmayacaktır… Ahmet Belada ---------------0-------------- · 22 Mayıs 1903’de onaylanan Platt Değişikliği, ABD ile Küba arasında Küba’nın bağımsızlığını yabancı müdahalelerden korumayı amaçlayan bir anlaşmaydı. (…) ABD’nin, Küba’nın uluslararası ve iç işlerine kapsamlı bir şekilde müdahil olmasına izin veriyordu. · 17-19 Nisan 1961’de ABD’nin desteğini alan sürgündeki Kübalıların, Fidel Kastro rejimini yıkmak için gerçekleştirdikleri başarısız işgal girişimi.

NELER OLUYOR!

Nereye Kaçsam?, makalelerden oluşan kitabımın ismi. Gerek isminden gerekse içeriğinden oldukça güzel geri dönüşler aldım. Bu kavram, kulluk kitabımızın yetmiş beşinci sûresinin kırkıncı âyetinde geçen bir bölüm. Bahsi geçen âyette, âhirette hesaba çekilme esnasında gördüğü dehşet verici tablodan dolayı şaşkına dönen insan, ‘…hangi mekâna, nereye gideyim?’ diye soruyor. Soruyor sormasına da aslında, Allah’ın huzurundan başka gidilecek yerin olmadığını da gayet iyi biliyor. İnsan, nereye gideceğini dünyada kendi belirliyor. Âhirette yeni bir kazanım yok. Orada sonuç var. Teslimiyet var. Kısaca burada çalışma orada hesap var. Sonucunda ise ya cennet ya cehennem var! Mısırlı Katolik bir annenin, Lübnanlı Maruni gazeteci bir babanın oğlu Amin Maalouf’un kaleme aldığı Uygarlıkların Batışı kitabı üzerinden bir tespitte bulunmak istiyorum. Yazar, bahsi geçen kitabına 1912 yılında güç yetirilmez hatta tanrı dahi bir şey yapamaz denen Titanik metaforuyla başlıyor. O metaforla da bitiriyor. Paryaların dışında yolcuların çoğu, aristokrat, mütekebbir ve zengin İngiliz aileleri ile az sayıda farklı milletlerden oluşmaktaydı. Gemi, büyüklüğünün yanı sıra her türlü aktivitenin yapılabileceği sosyal donatılardan oluşuyordu; o günün koşullarında var olanların en iyisi, en büyüğüydü. Gerek asilzadeler gerekse zenginler, gösteriş budalası gibi yapabilecekleri ne varsa yapıyorlar veya gösteriyorlardı. Gemide yeme-içme ve eğlencenin envaiçeşidi mevcuttu. Deyim yerindeyse yolcular kendilerini bekleyen tehlikeden habersiz, dünyada cenneti yaşıyorlardı. Maalouf, günümüz insanını böyle bir tehlikeye doğru yol alan geminin yolcularına benzetiyor. Bir dönem, eşitlik savsatasıyla insanları oyalayan komünizm, bir ümit olarak ortaya çıktı. Egemen olduğu zaman diliminde kendine bel bağlayan müntesiplerini memnun ve mutlu etmedi. 17 Ekim devriminin öncülüğünü yapan Rusya’nın dağılmasıyla yok olup gitti. Böylece dünya tek kutuplu bir hâle geldi. Dünyanın patronu, kapitalizm anlayışıyla Amerika oldu. Dünya birinci, ikinci ve soğuk savaş olmak üzere üç büyük savaş yaşadı. Bu savaşların galibi açık ara Amerika/Batı oldu. Amerika/Batı, hiçbir zaman galip olmanın gereğini yapmadı/yapamadı. Dünyaya adalet değil haksızlıklar ve zulümler getirdi. Eline geçen imkânı egoistçe ve hoyratça kullandı. Hâlâ da kullanıyor. Dünyayı sulha kavuşturmaktan maada kendi menfaati için çalıştı. Dünyaya, kural ve kaideleri kendilerinin koyduğu Batı’nın eliyle, güçlülerin daha güçlendiği, zayıfların zayıflatılmaya çalışıldığı bir dönem yaşanmaktadır. Vatansızlara vatan verirken, vatanı olanları da vatanından etmeye çalışmaktalar. Burada unutulan bir husus var. Her yerde her zaman; değişim ve dönüşüm. Güç ve zayıflık arızidir. Bunlar dönem dönem değişir. Güçlünün gücü ebedî olamayacağı gibi, zayıf da ebedî zayıf kalmayacaktır. Bugünün güçlüleri yarının zayıfı, zayıfları da yarının güçlüleri olabilir. Geçmişin güçlü devletleri; Roma, Bizans, Emevî, Endülüs Emevî, Abbâsî, Osmanlı, Memlükler, Babürler ve Safevîler… Hani nerede? Dün, ismi geçen devletlerden emir alanlar bugün Amerika’dan buyruk alıyor. Ne söyleyecekler ne yapacaklar diye gözünün içine bakıyorlar! Filistin: 1948’de asırlardır üzerinde yaşadıkları topraklarından edilmeye çalışılan Filistin halkı! 1948’den günümüze gözyaşı ve hicran hiçbir zaman dinmediği ülke, Filistin. Batılılar, türedi işgalci Yahudi devletinin neşvünema bulması ve güçlenmesi için çevresindeki devletleri hizaya getirirken, geri kalan devletleri de ona payanda yapmaya çalışıyorlar. Ne yazık ki, Yahudilerin gayrimeşru davranışları haklı gösterilirken, toprakları gasp edilen Filistinlilerse terörist ilan edilmekte. 7 Ekim 2023’den itibaren bir yılı aşkın bir süredir ABD ve diğer Batılıların tam desteğini alan Siyonist İşgalci Yahudiler, Filistin halkına soykırım uygularken; kendi ırkından ve dininden olan Lübnan, Ürdün, Suriye, Mısır ile bu devletlerin hemen gerisinde bulunan, Irak, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve halkı Müslüman diğer devletler/hükûmetler katliamı seyretmekteler… Bu devletlerden ikisinin durumu; “Gökkuşağı” rengindeki Lübnan; Katolik Maruniler, Şii/Hizbullah, ‘Gulât-ı Şîa’ olan Dürzîler, yirmi beş bin civarında Fransız ve Sünnîlerden oluşmaktadır. İsmi geçen gruplar, ülkelerinin kalkınmasından ziyade hiziplerinin refahını öncelediklerinden hiçbir zaman güçlü devlet olamadı. Cumhurbaşkanı Maruni Hıristiyan, Başbakanı Sünnî, Meclis Başkanı Şîi. Hükümette Müslüman ve Hıristiyan bakanların sayısı her zaman eşit, ayrıca her cemaatin milletvekili bulunacak ona da itiraz edilmeyecek. Kamu görevlilerinin atanmasında bu durum dikkate alınacak. Suriye; ülkenin yönetimi nüfusun yaklaşık %12’sini oluşturan Şîa Nusayrî grubun elinde. Geri kalan nüfusun bir kısmı Türkmenlerden, Kürtlerden ve Dürzîlerden ve bir takım etnik gruplardan oluşmaktadır. Yönetim gulât da olsa Şîa olduğundan İran ve Lübnan Hizbullah’ı tarafından koşulsuz desteklenmektedir. 1982’de Beşşar Esed’in babası Hafız Esed, Sünnîlerin yaşadığı Hama ve Humusu yerle bir ederek kırk binin üzerinde kendi vatandaşını katletti. Oğlu Esed, iç savaş bahanesiyle, İran, Hizbullah ve özellikle Rusya’nın da desteğiyle yaklaşık 13-14 yıldır kendi vatandaşlarını katletmekte ve milyonlarca vatandaşı farklı ülkelerde sürgün hayatı yaşamaktadır. İsrail’in diğer bir komşu da bu. Yahudiler de ‘canı sıkıldıkça’ Başkent Şam’ı, diğer büyük şehri Haleb’i, askeri karargâhının olduğunu iddia ettiği diğer şehirleri bombalamaktadır. Diğer taraftan Şam’daki İran Büyükelçiliği’ni bombalamaktan da geri durmadı. Egemen bir devlet olmasına rağmen şimdiye kadar yapılanlara karşı hiçbir karşılık vermedi. İsmini verdiğim ve vermediğim Arap devletlerinin hemen hemen tamamı, ‘Altı Gün’, ‘Haziran’, ‘Altmış Yedi’, ya da ‘Naksa’ isimleriyle anılan, 1967’de yapılan Arap-İsrail savaşının travmasını atabilmiş değiller. Ramazan ayında yapılan savaş öncesinde Mısır lideri Cemal Abdünnâsır, Arap dünyasının liderliğine hazırlanıyordu. Arkasına Sovyetler Birliğini de alan Nâsır, gücünün zirvesindeydi! Karşısına değil İsrail, kim çıkarsa çıksın ezip geçebileceğini düşünüyordu! Ne yazık ki savaş başladıktan kısa bir müddet sonra Mısır, Suriye ve Ürdün hava kuvvetleri yok edildi. Şaşkına dönen Araplar ne yapacağını şaşırdı! Altıncı günün sonunda Batı destekli İsrail; Batı Şeria, Doğu Kudüs, Sina Çölü, Golan Tepeleri’nin yan ısıra Ürdün ve Lübnan’dan hatırı sayılır toprak aldı. 1967 tarihi, İsrail’i şımartırken, Arapları şaşkına çevirdi. Yukarıda da zikrettiğim gibi -eylem ruhu gelişmiş Şîa gruplarını bir taraf bırakacak olursak- Araplar, hâlâ bunun travmasını üzerlerinden atabilmiş değiller. Amerika ve Batı’yı arkasına alan Yahudiler, bir plan çerçevesinde o günden günümüze yapabilecekleri hangi aşağılık muamele varsa öncelikle Filistinlilere sonra da diğer Arap devletlerine yapmaya çalışmaktadırlar. İslâm dünyasının günümüzdeki dağınıklığı, böyle devam gittiği müddetçe durum böyle sürecek gibi gözüküyor. Dünyanın muhtelif ülke ve bölgelerinden gelen/getirilen Yahudiler, işgal ettikleri Filistin topraklarından er veya geç gideceklerdir. Çünkü Yahudiler korkak ve tedirgin bit topluluktur. 75 yıldır Batı’nın destek ve zorlamasıyla emekleyebilen, ayakta durabilen gaspçı Yahudilerin, geçmişte olduğu gibi gelecekte de burunları sürtülecektir. Zira hem Amerika hem de kokuşmuş Batı kendi derdine düşecek ve Yahudiler hamisiz kalacaktır. Ahmet Belada Ahmet Beleda, Nereye Kaçsam?, TDV Yayınları, Ankara 2023. Titanik isimli gemi, İngiltere’deki Southampton Limanı’ndan kalkıp ABD’nin New York kentine ilk seferini yapacaktı. 14 Nisan 1912’de okyanusun ortasındaki 125 metre derinliğindeki bir buzdağına çarptı. Gemi üç saatten daha kısa bir sürede battı. Wihite Star Line şirketine ait bir transatlantik yolcu gemisiydi Titanik. 1500’den fazla yolcu ve mürettebatıyla tarih oldu. Gulât-ı Şîa/Gâliyye, Şîa ekolünde Ehl-i beyt’ten bazı kişilere ilahlık atfeden veya ana akım Şîa tarafından ‘aşırı’ olarak tanımlanan gruplar. Aynı zamanda bunlara müellihe de denir.

AFİŞ OLAYI VE SAYGIN GAZETECİ! EMİN ÇÖLAŞAN

İnsanın haber alma hakkı meşrudur. Ama doğru haber. Önceleri, haberleşme; kutsal metinlerdeki ilahi mesajlarının dışında irticalen olurdu. Bu konuda kuşlardan ve ulaklardan faydalanıldığı da oldu. Yazı ve kâğıdın bulunmasıyla birlikte haberleşme yeni bir boyut kazandı. Gelişerek ve dönüşerek günümüze kadar geldi. Bir zamanlar mürettiphane de mürettiplerin zorlu şartlarda çıkartmaya/basmaya çalıştıkları kitap, gazete ve dergiler, -ilerde neleri göreceğiz bilemiyorum- şimdilerde internet/bilgisayar yoluyla çıkartılmaya çalışılıyor… Elbette basın ve haberleşme tarihinden bahsedecek değilim. Sizlere, güzel memleketimizin Kemalist, laik, kendisi gibi düşünmeyenleri zinhar hasım kabul eden meşhur gazeteciden bahsedeceğim. Bu kişi, Danıştay baskınında dindar insanları kötülemek için aslı olmamasına rağmen, fail-i meçhul şahısların maşası teröristin “…Allah, Allah…” diye silah çektiğini söyleyen adil! yargıcın kocası Emin Çölaşan’dır. Bir afiş üzerinden onun uzlaştırıcı! Kaynaştırıcı! Ufuk açıcı! Gazeteciliğinden bir örnek vereceğim. Anlatacağım olayı, ‘GAZETECİLİKTE 3 PATRON 50 YIL’ kitabında, Çölaşan’ın Hürriyet Gazetesinde uzun müddet birlikte çalıştığı Fikret Ercan anlatıyor. Gazetenin patronu Gümüşhaneli Aydın Doğan. Hadise de Gümüşhane’de geçmiş. Gazetenin genel yayın yönetmeni de Ertuğrul Özkök. Ercan kitabında şunları aktarıyor: ‘Özkök yurt dışındaydı. Telefonla aradı. “Fikret, Emin Çölaşan* bir fotoğraf yakalamış. O kendi köşesinde kullanacakmış, belki sen de birinci sayfaya alırsın,” dedi. Emin’i aradım fotoğrafı istedim. Gelen fotoğrafta Gümüşhane’deki bir caddeye asılan bir afişte –şimdi tam olarak hatırlamıyorum ama- Atatürk’ü aşağılayan bir fotoğraf vardı. Fotoğrafı Emin’e bir okuru göndermişti. Fakat afişte bir tuhaflık vardı. Biraz kalın gibi duruyordu. Bunu birinci sayfaya almamız olayı çok önemli hale getirirdi. Emin olmak için ve Gümüşhane’de böyle bir afişin olup olmadığına bakmalarını istedim. Gelen cevap tamamen farklıydı. İş düşüyordu! “Emin’i aradım. Bu tek afiş değilmiş. Yirmi metre arayla asılan iki afiş. Önden çekilince üst üste gelmiş ve tek afiş gibi olmuş. Öyle bir afiş yok. Biz bunu kullanamıyoruz,” dedim. -Dürüst! Kemalist, Laik gazeteci- Emin Çölaşan, “Siz bilirsiniz arkadaş, ben bunu kullanırım!” dedi. Özkök’ü aradım, ulaşmadım. Afiş o haliyle Emin’in köşesinde çıktı. -Sırtını Kemalizm’e dayadığı için- Emin, yazarlar içinde dokunulmaz gibiydi. Kimseyi dinlemiyor. İstediğini yazıyordu. Ertuğrul Özkök bile genel yayın yönetmeni olarak müdahale edemiyordu. ‘Minik Kuş’un bu tutumu Oral Çalışlar’ın İsyan Günleri 68 kitabında anlattığı şu hadiseyi aklıma getirdi. ‘(…) 22 Mayıs 1970’de bir cuma akşamı, Ankara’da, Kızılay’a yakın Adakale sokaktaki Aydınlık bürosunun alt katında, Türk Hukuk Kurumu’na ait olan binada bir seminer izliyorduk. Arka taraflarda oturuyordum. Kapıya yakındım. Kapı açıldı. Basın Yayınlılar grubunun lideri konumundaki Altan İnce telaşla yanıma geldi. “Nejat Arun’la Mustafa Kuseyri tetik düşürme oyunu (Rus ruleti) oynarken, silah Kuseyri’nin kafasına dayalıyken ateş aldı. Kuseyri öldü,” dedi. Sarsıldım. Yanında birkaç kişi daha vardı. (…) Hemen olay mahalline vardık. Kuseyri sandalyede oturuyordu. Ensesinin sağ arka tarafında bir delik vardı. Şakağından ince bir kan sızıyordu. Sanki yaşamını yitirmemiş de düşünüyor gibiydi. Orada kimler vardı hatırlamıyorum. Bir tek Uluç Gürkan’ın telaşlı hali gözümün önünde. Biz gelmeden okulda olaya tanık olanlar, ölüm nedenini gizlemeye karar vermişler. Şimdi kim söyledi hatırlamıyorum. “Faşistler öldürdü demeye karar verdik,” sözleri ağızdan çıkmıştı. (…)’ Bu ve buna benzer olaylara, dönemin koşulları mı, solun ahlakı mı demelyim bilemiyorum. En iyisi okuyanlar karar versin... Tekrar afiş olayına dönelim. Tabi ertesi gün kıyametler koptu. Gümüşhane Valisi, Aydın Bey’i aramış, böyle bir şeyin olmadığını söyleyerek büyük tepki göstermiş. Aydın Bey’de validen bir açıklama göndermesini istemiş, Emin’in köşesinde yayınlatacağı sözünü vermiş. Aydın Bey kendi memleketi olduğu için biraz da hassas davranıyordu. Ve Emin’den bu açıklamayı olduğu gibi kullanmasını istemiş. Emin de açıklamayı kırparak küçük bir şey kullanınca Aydın Bey küplere binmiş, “İlk defa bir patron gibi davranıyorum ve bir kişiyi işten çıkarma hakkımı kullanıyorum,” demiş. Sonunda Emin de duvar çarpmıştı.’ Evet, harfi harfine anlattığım bu mesele, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı yaptığı dönemde vuku buldu. O tarihler, irticanın tavan yaptığı, takkeli talebelerin, tesettürlü/çarşaflı kız ve kadınların boy boy iri ve renkli gazetelerde çıktığı 90’lı yıllar. Hürriyet’in saygın yazarlarından Emin Çölaşan’ın! bir afiş üzerinden olayı nasıl manipüle ettiğini, Kemalizm üzerinden toplumu nasıl ikiye bölmek istediğini aktardım. Bu sadece bir örnek. Bu olay gibi binlercesini yaptılar fırsat buldukça hala da yapıyorlar/yapmaya çalışıyorlar… Onlar, kendilerini beyaz Türk kabul eden, kendileri gibi düşünmeyenleri ise ‘göbeğini kaşıyanlar’ diye aşağılayan, bir avuç azınlık. Fakat her geçen gün irtifa kaybediyorlar. Durum böyle olunca da sürekli işi farklı düzleme çekmeye çalışıyorlar. Ellerinde kala kala sadece Kemalizm kaldı. Onu da tepe tepe kullanıyorlar… Bütün Kemalistler: Bilmelisiniz ki, hiçbir zaman öteki olarak gördüğünüz onlar, sizin oyununuza gelmeyecektir. Ahmet Belada ------0----- · Emin Çölaşan/’Minik Kuş’: 14 Mart 1942'de Ankara'da doğdu. Mustafa Kemal Atatürk döneminde Adalet Bakanlığı, ilk Menderes hükûmetinde Millî Savunma Bakanlığı yapmış olan Refik Şevket İnce'nin torunu, Meteoroloji Genel Müdürlüğü'nün ilk müdürlerinden Prof. Dr. Ümran Çölaşan'ın oğlu, Hüsamettin Cindoruk'un kuzenidir. Ortaokul ve liseyi TED Ankara Kolejinde okumuştur. 1965'te ODTÜ İdari Bilimler Fakültesinden mezun olmuştur. El an Sözcü gazetesinde yazarlığa devam etmektedir.

Dr. ŞAHAP KOCATOPÇU ve OTOMOBİL HİKÂYESİ!

Türk Tarih Kurumu başkan yardımcısı olarak göreve başladığım 2013’ten bu tarafa Oral Çalışlar’ la yer yer kitap alış-verişinde bulunuruz. Son olarak, kendinin yazdığı “68 Kuşağı” olarak bilinen, gerek Avrupa ve gerekse Türkiye’deki sağ-sol olaylarını özellikle de Türkiye’deki sol kesimin neler yaptıklarını anlattığı İsyan Günleri 68 kitabıyla birlikte, Uzun Bir Yalnızlığın Tarihçesi (İrfan Yalçın), Gazetecilikte 3 Patron 50 Yıl (Fikret Ercan), Gazetecilikten Diplomatlığa Keşke Olmayan Bir Geçmiş (Akkan Suver) kitaplarını gönderdi. Bunlardan ilkini gelir gelmez, Akkan’ın kitabını da henüz okudum. Akkan 191 sayfalık kitabında, 96 sayfasını kendisine, geri kalanını ise İsmet İnönü, ‘Atatürk seni sevmek milli bir ibadettir’, ‘benim tek bir partim oldu. O da, İttihat ve Terakki Partisi’dir diyen Celal Bayar, Mustafa Kemal’le ilgili o, ‘hem zafer ilahı, hem barışın mimarı…’ diyen Falih Rıfkı Atay, Alpaslan Türkeş, Batılıların ‘akvaryuma sıkıştırılmış balina’ diye tasvir ettikleri Rauf Denktaş, Süleyman Demirel, Haydar Aliyev gibi 19 ayrı şahsa ayırmış. Kitabında fazlaca yer ayırdığı, ziyade itibar gösterdiği insanlardan birisi de siyasi yelpazenin sağına da soluna da göz kırpan Dr. Şahap Kocatopçu’dur. Kocatopçu, Batı’ya aşırı hayranlık duyan ve hatta kurtuluşu orada gören biridir. O, 27 Mayıs 1960 ihtilalinin ve 12 Eylül 1980 darbesinin Sanayi ve Ticaret Bakanı’dır. Anlayacağınız, darbecilerin de itibar gösterdiği kişilerdendir… Mustafa Kemal’in Avrupa’da okuttuğu 700 gençten birisi olan Kocatopçu, Brüksel’e giderken Mustafa Kemal Paşa: “Şahap evladım, Galatasaray’ı bitirdin. Şimdi Belçika’ya gidiyorsun. Öğrendim ki orada cami yokmuş. Her Cuma günü bir kiliseye git ve tanrıya dua et. Orası da tanrının evidir,” der. Görüldüğü gibi Kocatopçu’dan evde namaz kılıp dua etmesi istenmiyor. Aksine, kilisede dua etmesi isteniyor ki, Batılılar Türkiye’yi/Türkleri böyle tanısın! 60 İhtilali’nden sonra milletvekilliği genel seçimlerine kadar ülkenin yönetimi, ağırlıklı askerlerden oluşan Milli Birlik Komitesi tarafından yönetildi. Ayrıca oluşturulan kabinen de bir kısmı askerlerden, bir kısmı da sivillerden oluşuyordu. Devlet Başkanı Gürsel Paşa, Sanayi ve Ticaret Bakanı Kocatopçu’yu çağırarak otomobil fabrikası kurması emrini verir. Fabrika yapımına sıcak bakmayan Bakan’a göre bu iş, genç Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın, Türkiye’nin otomobil fabrikası kurmasının gerekliliği konusunda Milli Birlik Komitesi’ni etkilemesinden ibarettir. Bu konuda Prof. Dr. Sabahattin Zaim Hoca’nın kaleme aldığı “Bir Ömrün Hikâyesi” anı kitabından bir alıntıda bulunmak istiyorum: ‘Sanayi sektörü ile ilgili hatıralarımdan biri de “Devrim” adı verilen ilk yerli otomobil projesiyle alâkalıdır. Makine Mühendisleri Odası benden, otomobil endüstrisi konusunda 31 Ocak 1965’te İmar İskân Bakanlığı konferans salonunda tertip edilecek açık oturuma katılmam ricasında bulunmuştu. Oturumda konuşacak kişiler: Makine Kimya Genel Müdürü Yüksek Mühendis Celal İmre, Türkiye Ekonomi Kurumu Başkanı olan Mülkiye’den iktisat hocamız Prof. Muhlis Ete, Devlet Demir Yolları Eski Genel Müdürü Yüksek Mühendis Şecaattin Sergen, Makine Mühendisleri Odası başkanı Şükrü Er. Oturumu organize eden ve yönetecek olan zat da yüksek mühendis Hulusi Çetinoğlu’ydu. Bu teknik kadro içindeki tek iktisatçı bendim. Türkiye’de motorlu vasıtalar endüstrisinin kurulmasına ilişkin gerekçeler, yurt ekonomisinin konuya etkilerinin boyutları, talep imkânları, rantabilite meseleleri projenin içeriğini oluşturuluyordu. Projenin başında da arkadaşlarımızdan Necmettin Erbakan bulunuyordu. Her ne kadar toplantı 1965’te gerçekleşmiş olsa da proje 1960’lı yılların başında tasarlanmıştı. Proje bir teknik heyet tarafından organize edilerek Eskişehir’deki atölyelerde geliştirilmişti. O yıllar gümüş motorun da kurulduğu yıllardı. Farklı ekipler farklı sahalarda çalışmalar yapıyordu. Bir taraftan dizel motor fabrikası, bir taraftan da bir otomobil fabrikası kurma düşüncesi vardı. Temel kanaat, “Makine imal eden sanayi kurulmadıkça Türkiye kalkınamaz.” şeklindeydi. Nitekim vasıflı bir dökümhane kurarak mekanik kısımları kendimiz imal etmedikçe sanayileşemeyeceğimize inanıyorduk. Bu sebeple bir ekip kurarak Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel Paşa’ya kadar çıkarılmıştı. O sıralarda Amerika’dan yeni gelmiştim. Cumhurbaşkanı ile görüşmeye katılanlar, yıkanıp hemen giyilen ütüsüz ceketleri ve açılıp kapanan telli papyonları olan tiril tiril tiplerdi. Necmettin Bey gayet şık giyinirdi. Cemal Gürsel Paşa’ya projemizden bahsederek bize yardımcı olmasını istemiştik. Gürsel Paşa: “Ben zaten biliyorum ki, bu millet ot satmakla kalkınamaz. Onun için bu işlere girmek lâzım. Benden ne istiyorsanız elimden geleni yaparım. Paraysa para, kanunsa kanun…’ Batı hayranı! Türkiye aşığı Bakan, ülkemizin araç parkının envanterini takdim ettikten sonra Gürsel Paşa’ya: “Efendim; malumunuz, Fransa’da Renault, İtalya’da Fiat, Almanya’da Volkswagen fabrikaları var. Bu fabrikaları görmek, incelemek gerekir,” der. Bakan Kocayopçu, böyle derken zımnen şöyle demek istiyor: “İsmi geçen ülkelerden hazır araba almak varken niçin maliyetli bir iş olan fabrika kuralım ki!..” Araba/fabrika yapımı konusunda fikri sorulanlardan biri de Fiyat arabalarının Türkiye distribütörü Vehbi Koç’tur. O da Bakan gibi görüş beyanında bulunur!.. Bahsi geçen ülkelere giden Bakan, orada kimlerle görüştü, ne tür telkinler aldı bilinmez! Bilinen bir gerçek varsa o da; otomobil fabrikası yapmakla ilgili araştırma yapacak olan sayın Bakan, bu konuda her ne kadar olumlu bir intiba ile dönmemişse de Alman İktisat Bakanı’nın hediyesi olarak Erzurum’a radyo kurmasını başarmıştır! Yurt dışı seyahatinden dönen Bakan, niçin fabrika kurulamayacağını hasta yatağındaki Gürsel Paşa’ya, ardından Milli Birlik Komitesi’ne izah eder ve bu işi –kendince- bitirir! Öyle ya! Askerler, genç idealist Erbakan bu işten ne anlar! Avrupa’da tahsil görmüş, kilisede Tanrı’ya duada bulunmuş, Mustafa Kemal Paşa’dan imtiyazlı bakan varken! Sayın Bakan, böylece ülkemizi böylesi büyük bir yükten/badireden kurtarır!.. O öyle düşüne dursun, birkaç gün sonra ülkemizin gelişmesi için arabanın yapılması gerektiğine inanan Milli Birlik Komitesi’nden iki üye*, Bakan’ı ziyaret eder. Bakan’ın açıklamasına ikna olmayan bu Komite üyeleri, otomobil fabrikası konusunda ısrarlı olduklarını belirtirler. Araba yapmanın hayal olduğuna inanan vatansever Bakan(!), bu ısrarlı tutum karşısında çareyi istifa etmekte bulur. Bu istifayla ilgili kitabın müellifi Suver; “Basar istifasını ayrılır bakanlıktan!..” diyerek onurlu iş yaptığına işaret eder ve ekler; yapacak bir şeyi yoktur Kocatopçu’nun? Geçmişte olduğu gibi günümüzde de kendileri gibi düşünmeyenleri aşağılayan, hayalperestlikle suçlayan batı kafalılar; ağırsaneyi kurarak, araba yaparak ülkeyi kalkındırmaya çalışan Necmettin Erbakan’ı da suçladılar. Okuduğum bir kitaptan siz değerli okuyuculara ülkenin kalkınmasında çok ciddi yeri olan otomobil yapımıyla ilgili tarihî bir olayın hikayesini anlattım. Ahmet BELADA -------0------- · Kesin olmamakla beraber o iki üye; Fahri Özdilek ve Kurmay Albay Haydar Tunçkanat

UMUTLARIN KANATLARINI KIRAN TİRANLAR

Tarih; katliamlar, ölenler ve öldürenlerle doludur. Hem de -çoğu zaman- öldüren niçin öldürdüğünü; ölen de niçin öldüğünü bilmeden. Olanların kahir ekseriyeti, monark ve tiranların sadistlikleri uğruna. Günümüzde de bu katliam sarmalı bütün acımasızlığıyla devam ediyor; Suriye, Irak, Filistin/Gazze, Ukrayna, Rusya gibi birçok ülkede. Fransa, Gürcistan, Güney Kore, Ortadoğu ve Afrika’nın birçoğunda ve bazı devletlerde devam eden kaos da buna dâhil... Tüm bu olanlardan ibret alınsaydı tekrar eder miydi? Zulüm ve haksızlıklar bütün acımasızlığıyla devam ediyorsa demek ki geçmişten ibret alınmıyor. Filistin’de yaşayan gâsıp Yahudilerin durumu tipik bir örnek. Yahudiler, tarihi seyri içinde Babil hükümdarı Buhtunnasr, Roma, Almanya/Hitler’in Yahudilere uyguladığı katliam ve zulme rağmen aynı işlemi topraklarını ellerinden aldıkları Filistinlilere uygulaması gibi. Günümüzde Yahudiler, Batılı güçlerden aldığı destekle geçmişten en ufak ibret almaksızın aynı sürgün, işkence ve zulmü yaklaşık 75 yıldır Filistinlilere uygulamakta. Biraz gerilere giderek, II. Dünya Savaşı esnasında haksızlığa ve zulme maruz kalan, Endülüs’ten İstanbul’a, İstanbul’dan Fransa’ya, Fransa’dan Filistin’e göç eden Yahudi İsrael Toledo ailesinin serüveninden bahsedeceğim. 2018 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülünü (vefa) alanlardan biri de Mehmet Akif Ersoy’du. Ödülü Akif adına torunu Selma Ersoy aldı. Külliyedeki o törene, Sebilürreşad dergisi yayın kurulu üyesi olarak Selma Hanım’la birlikte biz de katıldık. Sanat alanında Fotoğraf Ödülü, Yahudi İzzet Keribar’a verildi. Bundan dolayı bazı Yahudiler de gelmişti. Salonda, eskiye dayanan hukukumun olduğu rahmetli Mehmet Şevket Eygi’yle oturuyordum. Eygi, önümüzde oturan -tanımadığım- iki kişiyle konuşuyordu. Onlara beni tanıttı. Biri Türkiye Hahambaşı, diğeri Şalom gazetesi genel yayın yönetmeni. Diyanet’te çalıştığımı öğrenince ilgi gösterdiler. Şalom gazetesi genel yayın yönetmeni ayrılırken arzu etmem hâlinde Şalom gazetesini gönderebileceğini söyledi. Kabul ettim. O tarihten bu yana Şalom ve Şalom dergisini takip ediyorum. Son gazetelerden birinde, Şalom Dergi’nin genel yayın yönetmeni Suzan Nana Tarablus tarafından neşredilen Umutların Kanatlarında isimli kitabı tanıtılıyordu. Aldım ve okudum. Çok hacimli olmayan bu kitapta yazar, yukarda değindiğim gibi Türkiye’de yaşayan Sefarad Yahudilerinden bir aileyi anlatıyor. II. Dünya Savaşı esnasında Fransa/Marsilya’da birçok Türk asıllı Yahudi yaşıyordu. Zulmün kol gezdiği o coğrafyada, Türkiye’nin Marsilya’daki Konsolos yardımcısı genç diplomat Necdet Kent, o yıllarda Fransız vatandaşı Türk asıllı Yahudilere Türk vatandaşlığı belgesi verdiğini, vatandaşlığını kaybetmiş olanlara da gayrimuntazam vatandaşlık belgesi düzenlediğini, Yahudileri kurtarmak için hayatını riske attığını da yazıyor. Bu olayı Wallenberg Vakfı’ndan Daniel Rainer şöyle anlatıyor: “Bir gece, konsoloslukta tercüman olarak çalışan Türk Yahudi Sidi İşçan, Kent’in evine gelerek, Nazilerin topladığı 80 kadar Türk Yahudi’nin Almanya’ya gönderileceğini bildirdi. Kent, yatağından fırlayarak, İşçan ile birlikte doğru Marsilya Tren İstasyonu’na gitti ve Nazi subayından trendekilerin indirilmesini, serbest bırakılmasını talep etti. Bu sözlerin Nazi subayı gülerek karşılık verip yardımcı olmayınca, Kent ve İşçan trene bindiler. Bazı Alman görevliler bu durumdan rahatsız olup, treni muhtemelen Arles veya Nimes İstasyonu’nda durdurdular, Kent ve İşçan’ın trenden inmelerini istediler. Necdet Kent, ancak diğer Türk vatandaşların da inmeleri hâlinde kendisinin de ineceğini söyledi. Almanlar sonunda diplomatik bir skandala neden olmamak için Kent’in talebini kabul etmek durumunda kaldılar ve böylece 80 kişilik Türk Yahudi grubu trenden indirildi.” 1492’de II. Beyazıt’ın Endülüs Yahudilerini taşıyarak kurtardığı gibi II. Dünya Savaşında da 80 Yahudi, Türk diplomat Kent sayesinde toplama kampına gitmekten veya öldürülmekten kurtulmuş oldu. Yahudiler, tarih boyunca büyük zulme maruz kaldılar. Kaldılar kalmasına da yine de sormadan edemiyorum. Zulme maruz kalanlar mı, zulmedenler mi haklı? Hiç şüphesiz, haksız ve mesnetsiz yapılan hiçbir zulüm, hele ki bir de masumlar olursa; kesinlikle meşru görülemez. 7 Ekim 2023’den günümüze Filistin/Gazze’de çoluk çocuk, kadın, ihtiyar demeden uyguladıkları soykırım, katliam ve yıkıma bakınca, geçmişte Yahudilere yapılanlar -acaba- haklı mıydı? Yahudilerle ilgili filmlerin çoğunu izledim. Ayrıca çok sayıda kitap ve makale okudum. Gördüğüm şu: Yahudiler etken, kibirli ve üstün ırk sahibi olduklarına inanan bir topluluk. Böyle düşündüklerinden olacak ki, kendilerini efendi ötekini parya görmekteler. Gazze soykırım ve katliamının ilk günlerinde azledilen Savunma Bakanı Gallant, Filistinlileri hayvana benzetmişti. Sadece Filistinlileri mi? Hayır, diğer tüm insanları hayvan mesabesinde görüyorlar. Bu düşüncenin kaynağıyla ilgili çok şey söylenebilir. Şimdilik, Muharref ezoterik kitaplarından kaynaklandığını söylemekle yetineyim. İnkârı mümkün olmayan bir gerçeklik de şudur: Yahudiler bilerek veya bilmeyerek adım adım kendi sonlarını hazırlıyorlar. Bazı Yahudiler bunun farkına vardılar. Yazı ve söylemleriyle bunu dillendiriyorlar. Bir grubu, bir milleti veya bir dini iyi veya kötü diye -toptancı bir bakış açısıyla- tanımlamak ciddi bir ön yargıdır. Herkesin ve her topluluğun hak ve hukuku korunması gerektiğine inanıyorum. Medine Vesikasında olduğu gibi. Rahmetli Teoman Duralı’nın “Çağdaş İngiliz-Yahudi Küresel Medeniyeti” kitabında da belirttiği gibi genelde Batı, özelde Yahudiler bugün itibarıyla gücünün zirvesinde. Hem de tüm alanlarda. Onların bu durumundan dolayı, gözden akıllı bazıları, Batının ve Yahudilerin büyüsüne kapılmış durumdalar. Yegâne ölçü olarak onları görüyorlar. Batı’da olduğu gibi’, ‘Batılılar gibi sloganlara sarılıyorlar ve kendi değerlerine yabancılaşıyor. Amin Maalouf; Japonya, Çin, Rusya ve Amerika’yı tanıtmaya çalıştığı “Labirent” kitabında anlatıyor; Japonya ve Çin, ABD ve diğer Batılı devletlere talebe göndererek bu ülkelerdeki gelişmeleri gözlemlemelerini istemişler. Giden talebeler, kendi değerlerini terk etmeden gidiş gayelerine uygun vaziyette ülkelerine geri dönmüşler. Türkiye de talebe gönderdi. Ne yazık ki, bizim gönderdiklerimizin kahir ekseriyeti Batın’ın fen ve inkişafını almaktan ziyade onların pespaye yaşantılarının cazibesine kapılarak, sefih hayatı tercih ettiler. Sefihliği tercih etmekle kalmayıp, kendi değerlerine yabancılaştılar. Yabancılaşmakla da kalmayıp, orada kurdukları “Jön Türk”, “İttihat ve Terakki” gibi örgütlerle batılıların da desteğini alarak, ülkelerindeki hükûmeti yıkmaya çalıştılar. Maalesef başarılı da oldular! Hâlâ o zihniyetin temsilcileri ülkelerini batıya şikâyet edip, değerleriyle savaşlarını sürdürmekteler. Kendi değerleriyle barışık olmayanların hâli taklitçiliktir. Bu yüzden bilmek değil bilineni uygulamak önemlidir. Gerek bölgemizde ve gerekse dünyada olup bitenleri bilmeyen hemen hemen yok gibidir. Fakat gerek yönetimsel ve gerekse bilimsel gerçekliği ülkelerinde uygulayan çok fazla değil. Batı’yı iyi tanıyanlardan Mısırlı düşünür Abdülvahab m. el-Messiri, Batı’nın bilimsel bilgi üzerindeki hegemonyasını eleştiren çok değerli bir kitap yazmış. Batı’nın sahip olduğu değerlerinin iflasına işaret ettiği kitabı, Mahya Yayınları’ndan çıktı. Yazar, “Fen ve Sosyal Bilimlerde Epistemolojik ÖNYARGI” kitabında; “Batı’nın kültürel projesi, benim ifademle bir kozmik duvara çarpacaktır. Eğer dünya nüfusunun yalınızca küçük bir yüzdesini (%20) oluşturan Batılılar, dünyanın doğal kaynaklarının %80’inden fazlasını tüketiyorsa, bu durumda söz konusu projenin taklit edilebileceği veya tekrarlanabileceği tezi anlamını yitirecektir” diyor. Yitirmeye yitirecek de onun yerine hangi gerçeklik inşa edilecek? Bu gerçeklik nerede ve nasıl aranacak? Açmazımız tam da burada başlıyor. Yitirdiklerimizi arayaduralım. Son derece güncel Suriye olayına kısaca değineyim. 61 yıl önce Baas Partisiyle başlayan haksızlık ve hukuksuzluk, 1971’de ülkenin azınlık nüfusuna sahip Esed ailesinin (Şiî/Nusayrî) darbe yapıp iktidarı elde etmesiyle artarak devam etti. Bu durum, 8/12/2024’e kadar önce Hama katili baba Hafız Esed, daha sonra oğul Beşar Esed’la devam etti. Yüzbinler hatta milyonlarca insanı ya mezhebi ya da başka saiklerle acımasızca öldürdüler. İyi bilinmelidir ki, dünya tarihi çok monark ve tiranlar gördü. İstisnasız hepsi de hiç kimse bana güç yetiremez, bir şey yapamaz diyordu. Bunun en son örneklerinden biri de Suriye’nin devrik, sadist, narsist ve zalim lideri Beşar Esed’di. Bütün monarklar gibi o da zillet, meskenet ve onursuzca yıkıldı. Miktarı belli olmayan Suriye halkının parasıyla kaçtı. Tiranların tipik özelliği varlıklarını korku üzerine inşa etmeleridir. Bu yüzden güçlerini zulüm ve işkenceyle ispata çalışırlar. Onların işi yıldırmak ve korkutmaktır. Bir diğer özellikleri de yanlarında bolca dalkavuk ve şakşakçı bulundurmalarıdır. Onların görevi yaptıkları ve söyledikleri her şeyi alkışlamaktır. Aksi davranan ve söyleyenler olursa, onların hakkı da ölüm veya zindandır. İşkencedir. Onun için akıl almaz insanlık dışı zindanlar yaparlar. Suriye’de Sadyana’da olduğu gibi. Sadece Sadyana’da mı, tiranların hakim olduğu her yerde…

SURİYE İNKILABI NELERE SEBEP OLABİLİR? (2024)

27 Kasım’da başlayıp 8 Aralık’ta biten Suriye inkılabının ardında çok güçlü bir çalışma var. İdlib’i üst haline getiren muhalifler, konjonktürü iyi değerlendirdiler. Sağlıklı haber alma kaynakları, titiz ve sistemli çalışmalarıyla başlattıkları operasyonu on iki günde başarıyla tamamladılar. Başlattıkları operasyonla, önce İdlib ve havalisini, ardından Halep, Hama, Humus ve başkent Şam’ı kontrol altına aldılar. İsmi geçen ve geçmeyen diğer şehirlerin alınması çok kısa sürede tamamlandı. Dünyayı şakına çeviren bu durum, kıyamın içindekileri dahi hayrete düşürdü. Neyi başardıklarının farkına daha sonra vardılar. Peşi peşine mesajlar, aramalar ve hatta farklı ülkelerden gelen yetkililer, işin ciddiyetinin kavranmasını sağladı. İnkılab konusunda Türkiye’ye ayrı bir parantez açmak gerekir. Türkiye, hemen her alanda olduğu gibi kıyamın bütün aşamalarında üzerine düşeni fazlasıyla yaptı. Öncesinde eğit-donat yöntemiyle Suriye Milli Ordusu’nu (SMO) yıllarca eğitti. Böyle olmasına rağmen Türkiye gerek söylem ve gerekse eylem bağlamında hiçbir kimseyi tahrik etmeden mutedil bir dil kullandı. Bu dili hala muhafaza etmektedir. Türkiye birçok sebepten Suriye’de olup bitene bigâne kalması düşünülemez. İlk olarak iki ülke, 911 km sınıra sahipler. Bir diğer önemli husus, Amerika ve Batı’nın hemen her yönüyle koşulsuz desteklediği, Türkiye’nin kırk yılı aşkın bir süredir sıkıntı çektiği, kırk bin civarında şehit verdiği, PKK ve türevleri YPG, SDG terör örgütlerinin de Suriye'de bulunması. Elbette daha birçok sebep saymak mümkün. Ama nereden bakılırsa bakılsın Türkiye’nin, Suriye’yle ilgisini kesmesi düşünülemez. Şu da unutulmalarıdır! Hama kasabı Hafız Esed, yıllarca Şam’da tuttuğu terörist başı Öcalan’ı ancak Türkiye’nin tehdidiyle Suriye’den çıkarabildi. Çıkan Öcalan; Yunanistan, Rusya derken Kenya’nın başkenti Nairobi’de yakalandı. Devlet Bakanı Cavit Çağlar’ın özel uçağıyla 1999’da Türkiye’ye getirildi. Beşar Esed ise ülkesinin bütünlüğünü tehlikeye atma pahasına PKK/PYD ve hatta DAİŞ terör örgütüne hamilik yaptı. Üstelik petrol kuyularını, ülkenin elektrik üreten baraj ve santrallerini de onlara bıraktı. Yetkili muhaliflerden birisi, ‘şayet başarılı olamasaydık Suriye dörde bölünecekti’ dedi. GÖÇ DALGASI VE TÜRKİYE Suriye’nin toplam nüfusu biraz aşağı biraz yukarı 25 milyon. Bu nüfusun sekiz milyondan fazlası, can güvenliği sebebiyle muhtelif ülkelere gitmek zorunda kaldı. Bunlardan çoğu geçici mülteci statüsünde Türkiye’ye geldi. Ülkelerinde her türlü imkâna sahipken vatanlarını, evlerini, işyerlerini, tarlalarını, mal ve mülklerini geride bırakarak, perme perişan bir vaziyette ayrılmak zorunda kaldılar. Göçmenlerle ilgili diğer ülkeler, neler yaptı, neler konuştu bilmiyoruz ama Türkiye’de ileri-geri bir hayli konuşma ve tartışma yapıldı/yapılıyor. Türk hükümeti, ölüm korkusundan gelen Suriyelilere, misafir ve hatta asr-ı saadete atıfta bulunarak Ensar-Muhacir muamelesi yaptı. İnsanî ve tarihî geçmişine ve değerlerine yabancı Türkiye’deki bazı insanlar, siyasetçiler, faşizanca davranarak onları tahkir edici söz ve eylemde bulundular. İnsanî anlayıştan uzak, sefih ve eblehçe davranan bu tür insanlar, siyasetçiler/belediye başkanları, yönettikleri şehirlere dahi kabul etmek istemediler. Gelenlere de yaşamlarını zorlaştırmaya çalıştılar. Bu marjinal güruh dışında, lokal bazı sıkıntı yaşanmış olsa da hamiyetperver Türk insanı gayet iyi muamelede bulundu. a n e k d o t Mültecilerle ilgili Mısır'ın seçilmiş Cumhurbaşkanı Mursi'nin yol arkadaşlarından Asım Abdülmecid Erdoğan'la ilgili paylaşımında şunları ifade etmektedir: “Her ne kadar Erdoğan'dan farklı düşünseniz de ya da bazı konularda geri durduğunu eleştirseniz de...’muhakkak ki iyilikler kötülükleri giderir’ cümlesi onun için geçerli saymanız gereken durumu ifade ediyor. Çünkü onun İdlib’i koruması, Rusya'nın Amerikan onayıyla harap ettiği tüm Suriye şehirlerinden mücahitleri burada toplaması, onları desteklemesi, bölgedeki durum düzelene kadar yardım etmesi ve ardından son hamlelerinde güçlü bir şekilde arkasında durması... Tüm bunlar ve daha fazlası (ki bilinmeyen ama çok daha büyük şeyler de var), son yıllarda kendisini samimi şekilde eleştiren birçok kişinin eleştirilerini telafi eder. Eğer bu büyük başarıya başka önemli başarıları da eklersek: ABD'nin eşi benzeri görülmemiş desteğiyle dört ülkenin Katar'ı işgal girişimine karşı koymak, Libya'nın doğusunu, Hafter ve Wagner güçlerinden korumak, Azerbaycan topraklarını Ermeni Hristiyanlardan kurtarmak, Yıllar önce Suriye'de Rus ordusunu aşağılamak, Beş milyon Suriyeliyi misafir etmek… Tüm bu başarıları bir araya getirdiğinizde ve bunların Müslümanların bölgemizdeki çöküş döneminde gerçekleştiğini hatırladığınızda, eğer akıl ve adalet sahibi biriyseniz, bu Anadolu kurdunu selamlamaktan başka bir şey yapamazsınız." Tekrar edelim, yaklaşık on üç, on dört yıldır devam eden iç savaş artık sonuçlandı. Altmış bir yıllık Baas, elli dört yıllık Esed ailesinin acımasızca yönettiği baskıcı rejim son buldu. Sultan Vahdettin başta olmak üzere Suriye’de çok sayıda Türk mezarı var. Osmanlı devletinin kurucularından Süleyman Şah’ın türbesi burada. Yurt dışındaki tek Türk toprağı Suriye’de. İslam medeniyetinin temellerinin atıldığı şehirlerden biri de Şam/Dımaşk’tır. Hangi yönüyle bakılırsa bakılsın Türkiye’nin Suriye’ye ilgisiz kalması düşünülemez. Tüm bu gerçeklikleri dikkate alarak Türkiye, olup bitenleri an be an takip etti. İnkılabın tamamlanmasından üç gün sonra en yetkili bürokratlardan İbrahim Kalın’ın (MİT Bşk.) kalabalık bir heyetle, Suriye’ye gitmesi bundandır. Şoförlüğünü Şam Kurtuluş Heyeti (HTŞ) başkanı Ahmet eş-Şara (Ebu Muhammed Colani)’nin yaptığı arabayla Ümeyye Camine gitmeleri bu yüzden önemli. Aynı on iki yıldır kapalı olan Türk Büyükelçiliğinin açılması gibi. h a t ı r a Şam Emeviye cami, Mecid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa’dan sonra İslam dünyasının dördüncü haremi kabul edilir. Hangi kitaptan okuduğumu hatırlamıyorum. Bilindiği üzere Şam, Hz. Ömer zamanında fethedildi. Fetih esnasında çok önemli bir hadise yaşandı. Hz. Muhammed tarafından Seyfullah -Allah’ın Kılıcı- unvanı verilen Halid Bin Velid ordu komutanıydı. Hz. Ömer onu azlederek yerine Ubeyd’e Bin Cerrah’ı komutan tayin etti. Şam iki koldan kuşatıldı. Kolun birinde Ubeyde Bin Cerrah, diğerinde ise Halid Bin Velid vardı. Ubeyde’nin girildiği kapı sulhla, Halid Bin Velid’in girdiği kapıdan ise çarpışarak girildi. Şehir düştü. İslam savaş hukukuna göre eğer herhangi bir belde, savaş yoluyla elde edilirse o beldenin en büyük mabedi Ayasofya’da olduğu gibi camiye çevrilir. Şayet sulh yönüyle alınırsa böyle bir işlem yapılmaz. Ancak Şam’a hem sulh hem savaş yoluyla girilmişti ve nasıl bir tutum sergileneceği meselesi Hz. Ömer’e soruldu. O da dönemin en büyük kilisesi, şimdiki ismiyle Şam Emeviye caminin yarısının cami, diğer yarısının da kilise olmasını söyledi. Öyle de yapıldı. Hıristiyanların defalarca hepsinin kilise olmasını istemelerine rağmen bu durum uzun müddet böyle kaldı. İç savaş başladıktan çok kısa süre sonra bütün Suriye’yi kapladı. İlk günlerde muhalifler, çok ciddi başarı elde etti. Beşar Esed, gelmekte olanın geleceğini gördüğü için Lübnan Hizbullah’ının ardından mezhebi birlikteliklerini dikkate alarak önce İran’ı, İran’ın da isteğiyle Rusya’yı ülkesine davet etti. Her iki ülkenin Suriye’ye gelmesiyle birlikte harekâtın hızı kesildi. Kesilmekle kalmadı karadan ve havadan yapılan saldırılarla çok sayıda insan öldürüldü veya işkence edildi. Milyonlarca insan Türkiye başta olmak üzere çevre ülkelere göç etmek zorunda kaldı. Halep ve birçok şehir tahrip edildi. Capcanlı, cıvıl cıvıl şehirler bom boş kaldı. Tüm acımasızlığıyla devam eden iç savaşla ilgili Türkiye, Rusya ve İran Kazakistan’ın Astana şehrinde bir araya gelerek çözüm arayışına girdiler. (Astana Süreci) Artık Suriye bütün dünyanın gündemindeydi. Rusya, İran ve Türkiye müdahil olup da Amerika denklemin dışında kalabilir mi? O da durumdan vazife çıkartarak, bir taşla iki kuş vurmayı düşündü. Bir taraftan Türkiye’ye zarar veren PKK’yı eğiterek, silah yardımında bulunarak destekledi. Destekleme gerekçesi olarak da, DAİŞ’e karşı verecekleri mücadeleyi öne sürdü. Ne Astana Süreciyle bir çözüm bulunabildi ne de ABD DAİŞ’i bitirebildi. ON DÖRT YILDIR DEVAM EDEN İÇ SAVAŞ, ON İKİ GÜNDE NASIL NETİCELENDİ? Bu soruya cevap vermeden önce bir hususa özellikle dikkat çekmek istiyorum. Kıyamın ardında, şu vardı veya bu vardı gibi oldukça muhtelif yorumlar yapıldı/yapılıyor. Bu gidişle daha çok yapılacak gibi de gözüküyor. Arkasında kim olursa olsun, ne olursa olsun, temiz bir kıyam sonucu Suriyeli muhalifler kanla, canla-başla mücadele ederek bu işi başardılar. Kararlı, sabırlı, azimli bir çalışmanın neticesinde kadim ülke Suriye, yeni yepyeni bir inkılaba uyandı. Muhalefetin nasıl başarılı olduğuna gelince; kanaatimce elde edilen başarıda, iki olay belirleyici oldu. Birincisi, dördüncü yılına girecek olan Rusya Ukrayna Savaşıyla birlikte Rusya, ikincisi 7 Ekim 2023’te İsrail’in Filistin/Gazze’de başlattığı soykırıma/katliama, ilerleyen süreçte Lübnan Hizbullah’ının fiilen, İran’ın dolaylı müdahil olmalarıyla; Yahudilerin önce Hizbullah’ı ardından İran’ı zayıflatmasıydı. Böylece Rusya, İran ve Hizbullah’ın Suriye’deki güçleri çok ciddi oranda kayboldu. Değişik bir ifadeyle: kendi dertlerine düştüler. Yapılan telkinin sonunda güçlerini Suriye’den çektiler. Böylece Suriye’nin gerçek sahiplerinin önü açılmış oldu. İsmi geçen ülkeler ve gruplar, Suriye’yi terk ederek diktatör Esed’ı kendi başına bıraktılar. Esed, bunların dışında bazı ülkelerden medet ummuşsa da netice alamadı. Tiran Esed, mevcut gücüyle her ne kadar karşı koymaya çalışmışsa da muhalefetin ilerlemesini durduramadı. Saddam ve Kaddafi gibi ülkesinde kalıp malum akıbeti göze alamadı. Miktarı -tam olarak- bilinmeyen Suriyelilerin altın ve parasıyla Rusya’ya kaçmak zorunda kaldı. BU İNKILAB NELERE SEBEP OLABİLİR? Suriye’deki bu gelişme, eğer istenen kıvamda ilerler, kısa zamanda devlet organları işlemeye başlarsa krallık ve monarşiyle yönetilen Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan ve diğer körfez ülkeleri durumlarını iyiden iyiye gözden geçirmeliler! ABD ve Batı’nın desteğini arkasına alan terör örgütleri, yine ABD ve Batı’nın desteğiyle -şimdilik- gücünün zirvesinde olan İsrail dikkatli olmalı. Terör örgütleri ya kendilerini fes edip, yeni Suriye hükümetle iyi geçinecekler ya da beklenen akıbeti bekleyecekler! Yönetim; …taşkınlığa varmayan tehevvür, cebanete varmayan mülayemettir. Diğer önemli bir husus muhalefetin çoklu yapısı. Muhalefetin, içinde farklı etnik ve dini grup bulunmakta. Suriye genelinde ise nüfusları az veya çok Araplar, Türkmenler, Kürtler, Çerkezler, dini ve mezhebi gruplar, Müslümanlar, Hıristiyanlar/Ermeniler, Yezidiler, Dürziler, İsmail’iler, Aleviler, Asuriler bulunmakta. Bu kadar etnik, din ve mezhebin bulunduğu ülkeye, hiç şüphesiz içerden ve dışardan müdahale etmek isteyenler de çok olacaktır. Bütün bunlar düşünüldüğünde yönetimin işi çok kolay olmayacaktır. Afganistan örneğinde olduğu gibi eğer yönetimi elde edenler, kendi içlerinde makam mevki mücadelesine girerlerse işleri bir hayli zor olacaktır. Bu noktaya gelinmemesi için kendilerinin gayreti kadar başta Türkiye olmak üzere diğer devletler de katkıda bulunmalıdır. Muhtemel olumsuzlukları önlemek için de sıkça istişare etmeliler. Farklılıkları dikkate alarak, art niyetli insan ve devletler ülkeyi karıştırmak için ellerinden geleni yapmaya çalışacaklardır. Karışanın ve karıştıracakların çok olacağı bilinmeli, temkinli hareket edilmeli. Her türlü olumsuzluğa rağmen; görene göz tutana el verilmiştir. Yeter ki neye baktığımızı, neyi tutmak istediğimiz bilelim. Çünkü farklılıklarımızı zenginlik sayan bir medeniyetin temsilcileriyiz. Bunlardan en güzeli de Yesrib’in Medine’ye dönüşmesinde ezeli ve ebedi önderimizin uyguladığı yöntemdir. (Medine Vesikası) Kaldı ki, farklı din, mezhep ve etnik gruplarla birlikte yaşamış, birbirinden değerli örneklerimiz var. İbrahim Kalın, ‘İslam Aydınlanma ve Gelecek’ kitabında, Endülüs’teki bir arada yaşama tecrübesi ve Hindistan’daki uygulamaları izah ettikten sonra bu örnekler ne nadirattan ne de istisnadır diyor. İnkılabla ilgili hemencecik dili geçmiş cümle kullanmak her ne kadar doğru değilse de Suriye’deki gelişmeleri iyi görüyor, iyiye yoruyorum. İnkılabı gerçekleştirenler, bu görüşümü teyit niteliğinde kucaklayıcı bir dil kullanıyor. Eğer bu söylemlerini sürdürebilirlerse her şeyin sağlıklı ilerleyeceğini düşünüyorum. Gerçekleşen bu inkılab, Suriye’nin yanı sıra bütün dünyada da İslam’ın pozitif algısına sebep olabilir.

SON RESMİ GÖREV

/M A R D İ N/ Mardin İl Müftüsü Enver Türkmen Bey telefonda: ‘Ahmet Hoca’m, gençlerimiz sizin kitabı okudular. Söyleşi yapmak üzere Mardin’e gelebilir misiniz?’ dedi. Ben de kabul ettim. Bu davete icabetim aynı zamanda Diyanet’teki son resmi görevim olacaktı. Çünkü altı ocak iki bin yirmi beş tarihinde tekaüt olacağım. Böylece 2024’ün son günü ile 2025’in ilk günü Mezopotamya’nın incisi, dillerin, ırkların ve kültürlerin birleştiği illerimizden Mardin’de olacaktım. Abbaralar şehri Mardin’e daha önce şehir buluşmaları ve medrese çalışmaları bağlamında birkaç kez gitmiştim. O günlerden birinde, Müftülüğün konferans salonunda gençlere kürsüden hitap eden -o zaman için tanımadığım daha sonra tanıştığım- Mardin Ticaret Müdürü Mustafa Aydın Bey vardı. Okunan kitap üzerinden söyleşi yapıyordu. Okunan kitap, Ziyaüddin Serdar’ın “Septik Bir Müslümanın Yolculuğu CENNET’İ ARAYAN ADAM”ıydı. Gördüğüm manzarada iki güzellik vardı. Birincisi, Müftülüğün böylesi düzeyli bir hizmete öncülük etmesi, ikincisi ise bu denli kaliteli bir kitabın okutulması/okunmasıydı. Bu işin nasıl olduğunu dönemin müftüsü İsmail Çiçek Bey izah etmişti. Hatta okunan kitapların bir kısmının özetini de göndermişti. Müftülük, kitap belirlemek üzere bir komisyon oluşturmuş. Oluşturulan komisyon, okunacak kitapları belirleyerek temin cihetine gidip gençlere veriyorlar. İstenilen sürede okunan kitap, daha sonra birisinin veya yazarının öncülüğünde etüt ediliyor. TDV adına Mardin müftülüğünde görev yapan Muhammed Bey de bu işin takibini yapıyor. Sakin yapılı, okuyan, gayretli, fedakâr ve mütevazı Muhammed, sürecin sağlıklı yürümesinde müftü ve diğer personelle birlikte ciddi rolü var. Şimdiye kadar 99 kitap okunmuş. Bu programa katılanlarla mezun olduktan sonra da irtibatı kesmediklerini söylediler. Her ne kadar gelen idareciler, sil baştan işe başlasa da burada böyle olmamış. Devlette devamlılık esastır düsturundan hareketle sonraki gelen müftüler bu güzel geleneği devam ettirmişler. Bunun en güzel örneği, gençlerle kitap okuma/okutma işinin devam etmesi. Gıyaben de olsa imrenerek bu programı takip ediyordum. Okunan son çıkan “Nereye Kaçsam?” kitabımdı. Bu yüzden davete icabet ettim. Nitekim salı akşamı saat 19’da üniversiteli kardeşlerimle buluştum. Salonda güzel bir tablo vardı. Format gereği Müftü Bey’in açılış konuşmasının ardından, bir konuşma da ben yaptım. Bilahare soru cevap kısmına geçildi. Son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: Gençler fevkalade iyi gördüm. Tebrik ediyorum. Gördüm ki kitabı da iyi okumuşlar. Sanırım nezaketlerinden veya zamanın geçmesinden olacak ki bazı gençler hazırladıkları sualleri soramadıklarını ifade ettiler. Bazı sualleriyle de beni zorda bırakmadılar değil… Ardından imza ve fotoğraf faslına geçildi. İnsanın yazdığının karşılık görmesi memnuniyet verici. Gençlerimize güvenmeliyiz. Hayata ve gençlerimize güvenen birsi olarak müşahedem beni yanıltmadı. Yazanın hiçbir yazısı/hiçbir kitabı bir diğerinden iyi veya kötü değildir. Zira her birisi emek ürünü, göz nurudur. Ne var ki bazı yazısını veya kitabını bir diğerine göre önceleyebilir. Sorulanların yanı sıra; birilerini ötekileştirmemek, ölçülü davranmak hususundaki Diş ve Leş, 27 yıl dört duvar arasında, zindanda kalmasına rağmen devlet başkanı seçildikten sonra kendilerine kötülük yapanları dahi affedebilen, hoş gören Mandela ve Rugby (Toplumsal Uzlaşma), Ülkelerini istila eden, her türlü haksız ve hukuksuz davranışlarıyla hayatı zindana çeviren İngilizleri, bir oyun üzerinden hem de hiç kimseyi ötekileştirmeden bir araya getiren, böylece kibirli İngilizleri topraklarından nasıl kovduklarını anlatan Kriket Oyunu (Dayanışma Örneği), Zorda ve darda kalan birisine yardım etmek için kendi hayatını tehlikeye atan, mahalle terzisinin hikâyesinin anlatıldığı Vakitsiz Ezan, Mitolojik bir olay üzerinden hiçbir şeyin gizli kalamayacağının, er veya geç sırrın ortaya çıkışının anlatıldığı Midas’ın Kulakları, Sorumlu ve liyakatli bir imamın nasıl hareket etmesi gerektiğinin anlatıldığı İmam Kardeşime, vs. makalelerin de sorulmasını isterdim. Biliyorum ki bunları ve daha fazlasını soracaklardı. Ne var ki zaman çok geç olmuştu… Kitap ve söyleşisini geride bırakarak, vaktim sınırlı olsa da medeniyetler şehri Mardin’e gelip te bazı tarihi mekanları görmemek olmazdı. Ertesi gün sabah namazı için şehrin merkez camilerinden birine gittik. Namaz öncesi okunan Kur’an, namaz sonrası yapılan tesbihatın ardından Müftü Bey ve ben kısa birer konuşma yaptık. Sıraya girip bardakta ikram edilen çorbamızı içtikten sonra İslam medeniyetinin medar-ı iftiharlarından Kasımiye Medresesi’ni, Ortodoks Süryanilere ait Deyrulzafaran Manastırı’nı ve Ulu Cami’yi ziyaret etmek için hareket ettik. Kasımiye Medresesi, Artuklu sultanı Kasım tarafından yapıldı. Dönemin en iyi eğitiminin verildiği medreselerden biridir. İçinde akan su metaforu, dünya-ahiret dengesini anlatması açısından fevkalade güzel. Aynı medresede ilk dönem teknolojik buluşlarıyla insanlığa çok büyük hizmetlerde bulunan Cezeri’ye ait objelerin bulunması ve kardeşi tarafından öldürülen Sultan Kasım’ın sıçrayan kanın hâlâ duvarda olması oldukça dikkat çekici... Deyrulzafaran Manastırı, sanırım sadece Mardin değil, belki de Türkiye’deki en eski mabetlerden biridir. Manastırı gezerken Ahmet Tezcan’ın Abbara romanı aklıma geldi. Bahsi geçen kitapta, İslam’ın ilk yıllarında (639’da Hz. Ömer zamanında) Hristiyanlardan alınmış olan Mardin’deki hemen bütün kiliseler dururken Abbasilere bağlı Ağlebiler tarafından 902’de fethedilen Sicilya’nın başkenti Palermo’daki yüz elli camiden hiçbirinin kalmadığından bahseder... Manastır oldukça geniş bir arazi üzerine kurulmuş. MÖ iki bin yıllarında pagan inancına da ev sahipliği yapan, günümüze gelindiğinde değişik dönemlerde yapılan üç ayrı mabetle, Mardin’in olduğu kadar bölgenin en eski yapıtlarından olan mabet, aynı zamanda Ortodoks Süryaniliğinin de en önemli merkezlerindendir. Manastırı gezdiren Midyatlı rehber, Süryaniliğin merkezinin önce Hatay, sonra Mardin şimdi ise Şam’da olduğunu söyledi. Suriye’deki karışıklıktan dolayı patriğin henüz Şam’a gelmediğini, hâlâ İsviçre’de yaşadığını söyledi. Konu Suriye/Şam’a gelince Suriye’de gerçekleşen inkılap hakkında ne düşündüğünü sordum. “…endişeliyiz…” dedi. Duydukları kaygı üzerine; mademki üzerinizde sosyal baskı olduğunu söylüyorsunuz, mademki dünya Süryani patriğinin Şam’a gelemediğini söylüyorsunuz niçin dinî merkezinizi Hristiyan bir ülkeye değil de Hatay’dan Mardin’e, Mardin’den Şam’a taşıdınız? Bu suale cevap vermekten ziyade yüzüme bakmakla yetindi. Her neyse bu konuyu başka bir bahara bırakarak bizi kadim Mardin’in otantik -eski- PTT binasında bekleyen Mustafa Aydın Bey’in yanına gitmek üzere hareket ettik. Üniversitenin uhdesinde bulunan taş bina, henüz içeri girerken estetik ve güzel yapısıyla insana huzur veriyor. Artuklu Üniversitesi adına görevli iki hanımefendiyle birlikte çay ve kahve eşliğinde dinler tarihi bağlamında harika bir sohbet yaptık. Sohbetin sıcaklığından olacak ki Ulu Cami’de bizleri bekleyen dostlarımızı az da olsa beklettik! Ulu Cami, Artuklular zamanında yapıldı. Caminin kendisi kadar minaresi de muhteşem. İki minareden birisi maalesef yıkılmış. Yıkılması ya Moğollar tarafından ya da deprem sonucu olduğu söylenmektedir. Bir daha yapılmamış. Günümüzde tek minaresi var. Bir tarihçinin; “Balkanlar’da Osmanlıya ait yapıların %99’unun yıkılmasına rağmen geride kalan %1 bir dahi o toprakların Osmanlı beldesi olduğunu ispata yetiyor.” dediği gibi geride kalan tek minare de ceddimizin muhteşemliğini göstermesi açısından oldukça önemlidir. Cami ve minarenin mevcut hâli, II. Abdülhamit zamanında -aslına uygun- olarak restore edilmiş. Görevli bir arkadaş, minare üzerindeki yazı ve motiflerinin felsefesini şöyle açıkladı: “Minarenin en altında kelime-i tevhit, onun üstünde Âyetü’l-Kürsî, onun üzerindeki damla şeklindeki motiflerde Allah, Muhammed’le birlikte dört büyük halifenin ismi yazılı, onun üstünde bulunan sekiz kapının ise cennetin sekiz kapısını simgelediğini söyledi. Her kim ki kelime-i tevhidi getirir, Allah’ın yüceliğini kabul eder, Allah’a, Resûlüne inanır, Hulefâ-yi Râşidîn gibi yaşarsa cennetin sekiz kapısından girmeyi hak eder.” dedi. Yaptıran bu açıklamanın aynısını mı, daha fazlasını mı düşündü bilemiyorum. Ama izahat çok hoşuma gitti. Minaredeki bir diğer farklılık da minarenin cami avlusuna bakan kısmında ibadete teşviki, ahireti hatırlatan ayet ve hadisler, çarşıya bakan kısmında ise ticaretle ilgili ayet ve hadislerin yazılmış olmasıdır. Ecdadımızın din ile hayatın, dünya ile ahiretin ayrılmazlığını nasıl gergef gibi ördüğünü gördüm. Mardin’den ayrılma zamanımız geldi. Saat 02.45 gibi karayoluyla Diyarbakır’a hareket ettik. Yaklaşık bir saatlik yolculuğun ardından bizleri bekleyen Diyarbakır müftümüz Celal Büyük’ ün belirlediği adreste buluştuk. Müftü yardımcılarımız, Kur’an kursu hocalarımızla birlikte hareket edeceğimiz 21.15’e kadar çok güzel muhabbet ettik. Bundan kırk yıl önce başladığım Van Erciş’teki resmî görevim, Mardin buluşmam ve Diyarbakır görüşmemle nihayete ermiş oldu. Kırk yılı aşkın bir süredir yaptığım devlet görevimi, sağlık sıhhat içerisinde tamamlamayı bana bahşeden Yüce Rabbime sonsuz hamd ediyorum.

İNSAN AVI SAFARİSİ!

Bu günlerde okuduğum kitaplardan biri de Slovenyalı yazar Slavoj Zizek’in İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan “Uyanmak İçin Çok Geç –Gelecek Yoksa Bizi Ne Bekliyor?” kitabı. Yazar ismi geçen kitabında ağırlıklı olarak, Rusya-Ukrayna (Putin-Zelenski/Batı) savaşını konu edinmiş. Ayrıca Avrupa ve dünyanın içinde bulunduğu kaotik ortamdan, kaotik ortamı oluşturan liderlerden, bu labirentten çıkış yolunu göstermekten ziyade daha da beter hâle getirdiklerinden, özellikle de Batı’nın ikiyüzlülüğünden bahsediyor. Örnek vermek istersek, yazar, “…Slovenya vatandaşı olmaktan bir kez daha utanç duydum. Hükümetimiz, Rus işgalinden kaçan binlerce Ukraynalı mülteciyi kabul etmeye hazır olduklarını duyurdu. İlk etapta bu açıklama kulağa makul gelebilir, ama altı ay önce Afganistan Taliban’ın eline geçtiğinde aynı hükümet oradan mülteci almaya hazır olmadığını duyurmuştu. Batı’ya göre (…) iki mülteci kategorisi var, ‘bizimkiler’ (Avrupalı), diğer deyişle “gerçek” mülteciler ve bizim misafirperverliğimizi hak etmeyen üçüncü dünya mültecileri. Ukraynalı ‘sarı saçlı, mavi gözlü’ altı milyon mülteciyi Avrupa sessiz sedasız kabul ederken üçüncü dünya ülkelerinden gelenlere kapılarını sıkıca kapattılar. Zizek’in kaleminden bir başka örnek, “Ukrayna’ya yaptıklarından dolayı ‘(…) Putin bir savaş suçlusu, peki ama bunu şimdi mi keşfediyoruz? Bundan birkaç yıl önce, Rus uçakları Esed rejimini kurtarmak için Suriye’nin en büyük kentlerinden Halep’i bombalarken ve bunu şu anda Kiev’de yaptıklarından çok daha gaddar bir biçimde yaparken, zaten savaş suçlusu değil miydi?” İlgilisine kitabın konusundan bahsettikten sonra kitapta geçen, önemli gördüğüm kitapta geçen bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Safari dendi mi hemen herkesin aklına, Afrika’nın uçsuz bucaksız çöllerinde parasının hesabını bilmeyen, doyumsuz ve hazımsız para babalarının vahşi hayvanları avlamaları ve sonradan görmüş, aslına yabancılaşan, petrodolar şeyhlerinin lüks arabalarla çöllerdeki yarışları akla gelir. Maalesef bunların başka safarilerin olduğunu öğreniyoruz! ‘Saraybosna Safarisi’ orijinal ifadesiyle “Sarayevo Safarisi”, Slovenyalı yönetmen Miran Zupaniç tarafından yönetilen ve 2022 yılında yayımlanan bir belgesel. 1992-1995 yılları arasında Saraybosna Kuşatması sırasında yaşanan ve kamuoyundan gizli kalmış bir olayı ele almakta. Yönetmen belgeselle, zengin Batılıların Sırp Cumhuriyeti Ordusu'nun mevzilerini ziyaret ederek, belirli bir ücret karşılığında kuşatma altındaki Saraybosna'da yaşayan sivillere ateş açtıklarını göstermekte, bu insanlık dışı "insan avı" olayını gün yüzüne çıkarmayı amaçlamakta. Film, 2022 yılında Bosna Hersek'te düzenlenen “Al Jazeera Balkanlar Uluslararası Belgesel Film Festivali”nde gösterildi ve büyük ilgi gördü. Belgesel, savaşın bilinmeyen ve dehşet verici yönlerini gözler önüne seren önemli bir yapım olarak değerlendirilmekte. İnsanlık tarihinin karanlık bir sayfasını aydınlatmayı hedeflemekte. Sırp ve Batılıların gözetiminde Srebrenitsa Soykırımı’nı işleyen Sırp General Ratko Miladiç, bu soykırım suçunu işlerken Batı/Hıristiyan dünyası adına hareket ettiğini söylüyordu. Zaten bahsi geçen soykırım, Birleşmiş Milletler adına komutanlık yapan Hollandalı askerlerin denetim ve gözetiminde işlenmemiş miydi? Dünya kamuoyunun yaptıklarını görmezlikten gelmesini bekliyordu. Nitekim öyle de oldu. Uzun müddet görülmedi, görülmek istenmedi. Ülkesi adına pazarlık konusu olunca teslim olmak ve yargılanmak zorunda kaldı. Şimdi benzeri söylemi Ukrayna Cumhurbaşkanı öne sürüyor: “Ben Rusya’yla bütün Batılılar adına mücadele ediyorum. Dolayısıyla bana yardım etmek zorundasınız.” Sadece Zelenski mi? Putin de bir başka açıdan benzerini söylüyor. Ukrayna’nın bazı şehir ve bölgelerini ilhak eden Rus lider: “Batı emperyalizmine, ABD hegemonyasına karşı mücadele ediyorum o halde ABD/Batı karşıtı ülkeler bana yardım etmeli.” diyor. İşin bu kısmını bir tarafa bırakarak safariye tekrar dönelim. Yıllar önce ‘insanat bahçesi’ adıyla bir araştırma yazısı kaleme almıştım. Birinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren ABD dâhil Avrupa’nın hemen birçok şehrinde insanat bahçeleri oluşturuldu. Hayvanat bahçelerine gidip, oradaki hayvanları izledikleri gibi Batılı aileler, tatil günlerinde çocuklarının elinden tutarak, çoğunluğu Afrika’nın muhtelif ülkelerinden getirilen, güneşin karşısında, çitlerin arasında masum ve mazlum Afrikalıların oluşturduğu insan kümelerini izliyorlardı. İzleyenlerden para da alınıyordu. Bu satırları okuyan ve bu durumu yeni öğrenenler “Bu kadar da olmaz!” diyebilir. Batılıların çoğunlukla Afrikalılara uyguladığı bu insanlık dışı muamele, en son 1958’de Belçika’nın Expo 58 Dünya Fuarı’nda gerçekleşti. Gazze’de cereyan eden olaylar esnasında soykırımcı azgın ve sapkın sabık Yahudi Savunma Bakanı Galant da insanlık tarihinin en onurlu ve gurur duyulacak mücadelesini veren Hamas/Kassâm Tugaylarının şahsında Filistinliler için, “…Karşımızdakiler insan değil, onlar birer hayvan…” demedi mi? Batı’nın ve Batı kafalıların “öteki” olarak gördüğü insanlara bakışı budur. Bir düşünürün; “Bariz olanın gücünü asla küçümsemeyin.” sözü unutulmamalı! İnsanat bahçesini öğrendiğimde şaşkına dönmüştüm. Bosna Hersek’teki “insan avı safari’sini okuduktan sonra ise dehşete kapıldım. İnsanlıktan uzak, çirkef, aşağılık Batı’nın ne menem bayağı bir topluluk olduğunu bir kez daha gördüm. Tarafsızlık; Artık Batı merkezli cereyan eden hiçbir hadiseye hayret etmiyorum/etmeyeceğim de. Bunun başlıca nedenlerinden biri Gazze soykırımı karşısındaki tutumları. Orada yaşananlar ve dünya müstekbirlerinin ilgisizlikleri ve lakaytlıkları beni insanlığımdan utandırdı. Batılılar utandırdı da Müslümanlar çok mu sevindirdi! Asıl onlar yüzümü yere eğdi. Çünkü birçoğu tarafsızlığı/kayıtsızlığı seçtiler. Varlık ve imkânlarını başka unsurlar için kullandılar/kullanıyorlar. Ne için mi? Makamın tutuğu, paranın kölesi, beyazın sarhoşu, korkunun esiri olmak için… Tarafsızlıkla ilgili yazar şöyle bir teşbihte bulunuyor: “Sokakta yürüyorsunuz, bir çocuğu ondan çok çok daha büyük ve güçlü bir adam, tekme tokat dövüyor. (İşte tarafsızlık) yükselen çaresiz yardım haykırışlarına kulak asmayıp korkunç sahnenin yanından sakince geçip giderken, “kusura bakmayın, ben tarafsızım!” demektir.” “(…) Tarafsızlığı oynamayı seçen insanlar/devletler, herhangi bir yerdeki sömürgeci vahşet sahnelerinden şikâyet etme hakkını kaybediyorlar. Filistin’in anlaşmazlığında da aynı şey geçerli: Gerçekten antisemitizmle mücadele edilmek isteniyorsa, İsrail’in Batı Şeria’da yaptıklarına karşı Filistinlilerin direnişini de desteklemek zorundayız.” Zizek, yukarda bahsettiğim gibi ağırlıklı olarak Rus-Ukrayna/Putin-Zelenski üzerinden yaşadığımız dünya gerçekliğine dikkat çekiyor. Kaleme aldığı, birbirinden değerli görüş ve düşüncelerden çok az bir kısmına temas ettim. Tespitlerimde ve alıntılarımda her ne kadar olumsuz ögeleri öne çıkarmış olsam da dünya halklarında ve hatta bazı devletlerde vicdan sahibi insanların varlığı da inkâr edilemez bir gerçek. Soykırım, dünyanın muhtelif bölgelerinde zaman zaman oldu. Dün Bosna Hersek’te, bugün Filistin’de olduğu gibi. Fakat aklıselimin bir şekilde galip geleceğine inancım tamdır. NOT: “Saraybosna/Sarayevo Safarisi” belgeselini izlemeyi tavsiye ederim.

SEVGİSİZ DÜNYAYA KARŞI

Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu Türkiye’de değer verdiğim insanlardan biridir. Onun bendeki değeri, üniversite yıllarıma dayanır. O yıllarda bizim fakültede verdiği –yanlış hatırlamıyorsam- “Medeniyetlerin Doğduğu Şehirler” konulu konferanstan sonra başladı. Ondan sonra da imkânım nispetinde, daha çok da yazıları vasıtasıyla takip etmeye çalıştım. Yüz yüze hiç görüşmedim. Konuşmasında akıcılık olmasa da dinlemeye gayret ettim/ederim. Her dinlediğimde de bir şeyler öğrenirim. Kendilerine duyduğum ilgiden dolayı yaptığı yorum ve tespitleri de dikkate alırım. Bu ilgi ve alakama rağmen keşke Davutoğlu; ‘siyasete katılmasaydı’ dediğim insanlardandır. Bu hamur çok su götürür. Bu mevzuyu bir taraf bırakarak Geçenlerde, X hesabında Filistin üzerine yazılmış bir kitap üzerinden bazı değerlendirmede bulunmak istiyorum. Elinde salladığı kitabı öyle anlatıyordu ki, âdeta o kitap okunmadan Filistin meselesi anlaşılmazdı! Hemen birkaç kitapçıya gittim, kitabı bulamadım. Sipariş verdim. Geldi ve okudum. Son söyleyeceğimi baştan söylemek isterim: Bahsi geçen kitabı, Ahmet Hoca’nın bahsettiği evsafta, Filistin gerçeğini anlatan bir kitap olarak bulmadığımı söylemeliyim. Bu konuda yazılmış birçok kitap gibi bu kitap da, sadece, satır aralarında Filistin meselesinin serencamına projeksiyon tutmaktadır. Kitabın[1] yazarı Susan Hanım veya kitabın kahramanı Nahr/Yakut, Altı Gün Savaşı’ndan sonra birçok Filistinli gibi, memleketini, şehri Hayfa’yı daha da kötüsü Kudüs’ü terk etmek zorunda kalan, Kuveyt’te yaşamayı seçen, -söylem ve eylemlerinde serbest- bir hanım. Henüz 17-18 yaşlarında genç bir kızken Kuveyt’teki evlerinin üst katına Filistin’den gelen mülteci Muhammed’e âşık olur. Onu tavlar! Kısa bir flörtün ardından onunla evlenir. Aralarında ciddi bir sıkıntı yaşanmamasına rağmen Muhammed sessiz sedasız Nahr’ı terk eder ve bir daha dönmez. Yaşadıklarından sükût-u hayale uğrar. Zor durumda kalır. Bütün erkeklerden nefret eder, hatta dünyaya küser. O buhranlı anında Nahr’ın imdadına Irak asıllı komşuları Ümmü Burak yetişir. Burak Nahr’a, terk edilmişliğini unutturmak için onu, farklı aktivitelere alıştırır. Burak en sonunda yapar yapacağını… Nahr’ın ismi artık Yakut’tur… Geç saatlere kadar orada burada gezen, geç saatlerde eve gelen! Niçin geç geldiğiyle ilgili annesine sürekli yalanlar söyleyen! Parası da olan birisidir Yakut. Saddam Kuveyt’i işgal ettiğinde o iyi bir Saddamcıdır. Çünkü Yaser Arafat Saddam’ı destekliyordu. Bilindiği üzere ABD öncülüğündeki birleşik kuvvetler, Irak’ı Kuveyt’ten çıkardı. Çıkardı çıkarmasına da yaklaşık beş yüz bin Filistinli mülteci, oldukça zor durumda kaldı. Dahası ülkeyi terk etmeleri istendi. O zorluğu yaşayanlardan birisi de Yakut ve ailesidir (annesi, kardeşi Cihad ve babaannesi Sitti Vasfiye). Ürdün’ün başkenti Amman’da okurken Kuveyt’e izne gelen, izindeyken yakalanan Cihad, hapse atılır ve işkence görür. Zar zor hapisten çıkarılan Cihad’ın kolu kırılır, vücudu ise yara bere içindedir. Yakut, farklı yollarla kazandığı paralarla, Ümmü Burak’ın da yardımıyla, ailesini Kuveyt’ten Ürdün/Amman’a götürmeyi başarır. Göreceli de olsa artık düzenli bir hayatları vardır. Yakut, bir yolunu bulup kocası Muhammed’den boşanmak için Amman’dan Filistin/Hayfa’ya gider. Kayınvalidesi tarafından çok iyi karşılanır. Özellikle kayınbiraderi Bilal, onun gelişinden çok mutlu olur. Muhammed yoktuysa da vekâletini kardeşi Bilal’e bıraktığı için kısa sürede resmî olarak boşanma gerçekleşir. Geliş sebebi ortadan kalkan Nahr için artık Hayfa’da kalmasını gerektiren bir şey kalmaz. O da Amman’a gitmek için hazırlığa başlar. Fakat ne kayınvalidesi ne de kayınbiraderi gitmesini istemez. İkilemde kalan Nahr, onların sıcak ilgisinden, ülkesinde bulunmaktan yahut Bilal’e duyduğu sevgiden, gitmek istemez. Bilal ateist bir genç olsa da İsrail’e karşı verdiği mücadeleden dolayı hem Filistin hem de İsrail’de çok iyi tanınmakta. Nahr, arkadaşları tarafında gerekli güvenlik testinden geçtikten sonra Bilal’le çalışmalara başlar. Ne var ki arkadaşları tarafından denenmesi Nahr’a ağır gelir… Bir müddet sonra Filistin davası için birlikte çalıştığı, kayınbiraderi Bilal’le evlenir. Eylem, baskı zulüm derken hamile Nahr, zorlu koşullarda Amman’a gider. Yahudiler tarafından aranan Bilal’in akıbeti ise belirsiz… TAMARA/ITAMAR Karı-koca bir akşam evin terasında otururken Nahr’ın eski kocası ve Bilal’in ağabeyi Muhammed üzerinden aralarında bir konuşma geçer. Bilal birkaç kez ağabeyi hakkında açıklamada bulunmak istemişse de bir türlü fırsat bulamaz. Şimdi tam zamanıdır. Bu arada Bilal ağabeyine küstür: Bilal: ‘Sana Tamara’dan bahsetmek istiyorum.’ Nahr: ‘Yine mi şu kadın? Ne olmuş ona?’ diye sordum; Tamara’nın adını duymak tüylerimi diken diken etmişti. Bilal: ‘O…’ dedi gözlerini gözlerime dikerek, “bir kadın değil, bir erkek… Tamara onun takma adı. Asıl adı Itamar, senin kocanın, benim kardeşimin sevgilisi. Hâlâ da sevgililer sanırım. Sana söylemek istediğim de buydu. Kardeşimi ceza evine, ardından da Kuveyt’e gönderen, onu bir işbirlikçi yapan olaylardan bahsetmek istiyordum.” Nahr: ‘Aklım ve bedenim birbirinden bağımsız tepkiler verdi. Bedenim çoktandır bildiği bir şeyi öğrenmenin rahatlığıyla hafiflemişti. Bedenim Muhammed’in beni neden istemediğini hep biliyor gibiydi çünkü… O hain bir iş birlikçiydi.’ Her ne kadar bir şey olmamış gibi davransa da aynı yastığa baş koyduğu kocasının Yahudi işbirlikçisi ve (…) olması onu şaşkına çevirdi. Bu hâlini gören kayınbiraderi… ‘Habibeti, iyi misin?’ Nahr: “…”, Bilal’in –habibeti- sevgilim demesi onu çok mutlu eder ve ‘elbette iyi olacağım.’ der. Bilal: ‘İsrailli ve Filistinli liseli gençleri bir araya getiren bir programda tanışmışlar. Itamar bir Irak Yahudisi’ydi… Muhammed’e ne olduysa o kampta oldu.’ dedi. ‘Henüz on iki yaşındaydım ama onun değiştiğini görebiliyordum. Uzaklara dalıp duruyor, bizimle vakit geçirmeye yanaşmıyordu. Evdeyse ya udunu çalar ya da günlüğüne bir şeyler karalardı.’ Bilal günlüğü bulmuş ve her meraklı küçük kardeşin yapacağı gibi yazılanları, Itamar/Tamara’ya olan aşkını ve çektiği hasreti okumuştu. (…) ikisi de ud çalıyordu ve yakınlaşmaları da müzik sayesinde olmuştu. ‘(…) Ağabeyim üniversitedeydi. Kudüs’te bir restoranda çalışıyordu. Sanırım Itamar’ı görecekti. Birlikteyken bile birbirlerine Tamara ve Delilah diyorlardı. Delilah kardeşimin lakabıydı. (…)’” Buraya kadar olan kısmı Susan Abulhava’nın kitabından kısa bir alıntı. Aslında nasıl ve nerede buluştuklarıyla ilgili ilginç olaylar da anlatılıyor. Fakat bu kadarla iktifa ettim. ITAMAR BEN-GVİR (İsrail; Sosyal Güvenlik Bakanı) Itamar Ben-Gvir’in babası Iraklı, Annesi de İranlı bir Yahudi. Altı Gün Savaşı’ndan sonra Filistin’e göç eden işgalcilerdendir. Itamar, Kudüs yakınlarındaki Mevaseret Zion işgal bölgesinde 1976’da doğdu. Evli ve altı çocuk babasıdır. Günümüzde Kiryat Arba adlı işgal bölgesinde yaşamaktadır. Kiryat Arba, Filistinlilerin yoğun olarak yaşadığı el-Halil kentinin yakınındaki tartışmalı yerleşim yerlerinden biridir. Gençlik yıllarından itibaren İsrail’de dahi terör örgütü olarak kabul edilen Kach Partisi’nin takipçisidir. Henüz on sekiz yaşında İsrail Savunma Kuvvetleri’ne katıldı. Fanatik söylem ve eylemleri yüzünden askeriyeden kovuldu. Itamar Ben-Gvir, 1994’de teravih namazı esnasında 29 Müslüman’ın şehit olmasına, 125’inin ise yaralanmasına sebep olan el-Halil Camii katliamını gerçekleştiren Amerikalı Yahudi terörist Baruch Goldstein’in resmini evine asacak kadar fanatik birisidir. Filistinliler için düşündükleri ve söyledikleri insanlık dışı olan Avukat Ben-Gvir, İsrail’deki aşırılıkçıların avukatlığını yapmasıyla tanınır. Gazze’nin tamamen ortadan kaldırılmasını isteyen, ateşkesin yapılmasını istemeyen, ateşkes imzalandıktan sonra da kabineden istifa edecek kadar azılı, fanatik bir Yahudi’dir. Böyle birisi, 2019’da kurulan Otzma Yehudit (Yahudi Gücü) partisinin başkanıdır. Girdiği ilk seçimde partisi üçüncü oldu. Varın şimdi Filistin-İsrail ilişkisini düşünün! O tarihte kurulan koalisyon hükümetinin Ulusal Güvenlik Bakanı yapıldı.[2] Bakanlığının icraatlarından biri olarak, işgalciler başta olmak üzere yüzbinlerce Siyonist’in silahlanmasını sağladı. Son Gazze soykırım ve katliamıyla beraber dünya bu adamın neme nem acımasız, ırkçı ve gaddar birisi olduğunu gördü/öğrendi. Şimdi soru şu! İki ayrı kitapta geçen, ikisinin de Irak’tan göç eden Yahudi bir ailenin çocuğu olan, çok da hoş bahsedilmeyen Atamar/Itamar ile fanatik İsrailli siyasetçi Itamar Ben-Gvir aynı kişi mi yoksa isim benzerliği mi var? Ahmet Belada [1] Susan Abulhava’nın kaleme aldığı Sevgisiz Dünyaya Karşı kitabı, Filistinli mülteci bir kadının bir erkeğe, aileye ve ülkeye duyduğu aşkı anlatan çarpıcı bir hikâye. [2] Slavoj Zizek, Uyanmak İçin Çok Geç, İş Bankası Kültür Yayınları.

SANIK SANDALYESİNE OTURMAK!

Gohte, veda edemeyen yeni bir başlangıç yapamaz diyor. İyiye veda eden, kötülüğe, kötülüğe veda eden iyiye kapı aralamış olur. Günaha veda edenin sevaba yeni bir pencere açması gibi. İnsanın davranışını belirlemesinde ortam/vasat çok önemlidir. İyilerin ve iyiliklerin işlendiği ortam, insanı daha dengeli, daha saygılı, daha ahlaklı yaşamaya iterken; kötülerin ve kötülüklerin çok olduğu ortamlar ise insanı kötülüğe meyyal kılar. İnsanın önüne iki yol konmuştur. Bize düşen seçimimizi iyi yapıp bu iki yoldan hayırlısını tercih etmektir. Zira yaptığımız tercihin sonucuna göre muamele göreceğiz. Her ne kadar iyiliğe ve kötülüğe delalet edenler olsa da en nihayetinde kişi gideceği yola, yapacağı işe kendi karar verir. İyilikte ve kötülükte şahsilik prensibi esastır. Kimse kimsenin günahını yüklenemediği gibi sevabını da alamaz. Ortamın önemini anlatan bir hadiste –mefhum olarak- Efendimiz şöyle buyuruyor: Yaptığı kötülüklerden rahatsız olan, içinde bulunduğu girdaptan çıkmak isteyen bir şahıs, çevresinde mutemet kabul edilen birisine halini arz eder. O ulu kişi de ‘işlediğin bunca kötülükten sonra iflahın/affın mümkün değil’ der. Kurtuluş çaresi arayan adam, madem kurtuluşum yok seni de öldüreyim der ve adamcağızı oracıkta öldürür. Her ne kadar nâ-hak yere adamı öldürse de iç huzursuzluğu hat safhadadır. Bir ara iyilikleriyle tanınan birinden bahsederler. Adam hemen atlar gider. Bahsi geçen zata durumunu izah eder. Sükûnetle dinleyen kutlu kişi, “yavrum ne kadar günahın/kabahatin olursa olsun nasuh tövbesi* yaptığında Allah onu affeder. Ne var ki bulunduğun ortam seni bu kötülüklere itiyor. Gecikmeksizin orayı terk et,” der. Ne yapmış olursak olalım, asla ümitsiz olmayalım. Ruhun ve vücudun dezenfekte edildiği Ramazan ayına girdik. Ramazan benim ayım diyen merhametliler merhametlisi bu ayda kullarını affedecek vesileler arayacaktır. Aklını kullanan her insan bu zenginliği fırsat-ı ganimete çevirmelidir. Allah’ın, kullarına verdiği nimetler sayılamayacak kadar fazladır. Bu nimetlerden bir kısmı maddi bir kısmı manevidir. Alıp-verdiğimiz nefes, atan kalbimiz, gören gözümüz, duyan kulağımız, tutan elimiz, yürüyen ayağımız, tatlıyla acıyı ayırt eden ağzımız, hepsinin ötesinde saydıklarım ve saymadıklarım bütün nimetleri nasıl kullanacağımız aklımız. Bunlar, Rabbimizin karşılıksız verdiği nimetlerdir. Verilen ömür müddetince cömertçe kullanacağımız bu nimetlere mukabil Allah, bizden kendisini tanımamızı/kulluk yapmamızı istiyor. Bizi başıboş da bırakmıyor! Kulluğumuzun yerine getirilip getirilmediğini denetleyen kâtip melekler vasıtasıyla da her anımızı, yapılan her işimizi kayda almaktadır. Ola ki olumsuz işlerimiz olmuşsa, o işten nedamet duyuyorsak kurtulmanın tam zamanı oruç ayı, gök ayı Ramazandır. Bu ayda, İslam ülkelerindeki genel ahval; iyiliklerin çoğalması, ibadet hanelerin dolup-taşması, kalplerin yumuşaması ve sahâvet damarlarımızın faaliyete geçmesidir. Vasatın böyle olduğu bir atmosferde insan kendini her daim muaheze/çek etmeli. Kendisini sanık sandalyesine oturtmalı; yapması gerekip yapmadıklarını, söylemesi gerekip söylemediklerini, vermesi gerekip vermediklerini, alması gerekip almadıklarını tek tek kendine sormalı, büyük hesap günü gelmeden kendini yargılamalı. Unutulmamalıdır ki, bir insan, beni ne kadar iyi veya kötü tanırsa/tanıtırsa tanıtsın kendimi en iyi ben bilirim. Makama mı, paraya mı, kadına mı; yoksa bizi yoktan var edip, varlığını bildiren Rabbe mi meftun olup olmadığımızı tam da bu ayda bir kez daha gözden geçirmeliyiz. Her yıl bir ay katıldığımız ruh şöleni oruç ayı, kendimizi gözden geçirme ayı olduğu gibi, aynı zamanda namazla birlikte, Allah’ın bize gök armağanıdır. Karakoç, insan için ölüm, korku değil, sadece merak konusu olması gerektiğini söyler. Ancak bu ayı iyi değerlendirmemiz halinde durumun böyle olacağına işaret etmekte. Her ne kadar kadir-i mutlak yüce yaratıcının merhameti sınırsız olsa da biz kulları, korku ile ümit arasında olmalıyız. Hiç kimse yaptığı iyi işlerinden dolayı ben cennetliğim diyemediği gibi, günaha dalmış birisi de ben cehennemliğim diyemez. Ne var ki, büyük hesap gününde hesabımız görülünceye değin havf ve reca arasında olmalıyız. Kaygı duymalıyız! Namütenahi dünyada konumumuzun ne olacağının kaygısını duymalıyız. Bir düşünür; ‘kaygı, bireyin hiçlik karşısında korunma kalkanıdır,’ der. Bir mümin için yegâne gelecek kaygısı, en büyük gelecek olan hesap günüdür. Bizler vahye, ahlaka, erdeme, fıtrata kulak kabartmaya devam ettiğimiz müddetçe yarınlar hangi ihtimallerle gelirse gelsin, oradan bir çıkış yolu bulacağımız muhakkaktır. Yeter ki, aramasını bilelim. Kaygıyla ilgili Endülüslü büyük düşünür İbni Hazm; ‘(…) tasadan kurtulmanın gerçek yolunun ne olduğunu araştırmaya başladım. Âlimiyle cahiliyle, iyisiyle kötüsüyle bütün insanların üzerinde ittifak ettikleri bu hedefe ulaşmanın yolunun ahiret kurtuluşu için gerekli amelleri işlemek suretiyle Allah’a yönelmekten başka bir şey olmadığını anladım,’ der.* Ramazan bittiğinde ahı ininle nedamet duymayalım. Paha biçilmez Oruç zenginliğini Yüce Yaratıcının armağanı görelim. Bu armağanın karşılığı olarak, yaptıklarımız, yapmamız gerekip te yapmadıklarımızdan dolayı kendimizi sanık sandalyesine oturtalım, hesaba çekelim. Ahmet Belada -----------------0---------------- · Nasuh Tövbesi: bir daha işlememek üzere günahtan/hatadan dönmektir. · Kaan H. Süleymanoğlu, Kaygı Çağının Şafağında İnsanı Savunmak, DİB, S.101-2

KASIM YAĞCIOĞLU

İlkokulu henüz bitirmiştim ki rahmetli babam hafız olmam için beni Kur’an kursuna vereceğini söyledi. Bir müddet sonra rahmetli babam, eski ismiyle “Babayan” şimdiki ismiyle “İbrahimpaşa” köyünden tanıdığı ve peynir tüccarı Ali Yağcıoğlu’nun tavassutuyla Nevşehir’de ismi geçen kursa verdi. Küçük, henüz oyun yaşında olduğumdan gittiğim günden itibaren ağlamaya başladım… O zaman çok anlamadığım, daha sonra idrak ettiğim sebepten dolayı 1971 muhtırasında sistem tarafından kurs kapandı. Bir sabah, alaca karanlıkta, kurs askerler tarafından sarıldı. Korktuk! Titremeye başladık. Bizleri bir odaya topladıktan sonra pencereden kaçan bir hocamızın dışında diğer hocalarımızı tutukladılar. Bizleri de evlerimize/köylerimize gönderdiler. Hâliyle ben de köye geldim. O esnada Almanya’da çalışmakta olan amcam izne gelmişti. Kursumuzun kapandığını öğrenince beni İstanbul’daki bir kursa götüreceğini söyledi. O esnada büyük ağabeyimin düğün hazırlıkları başlamıştı. Babam, düğünü bile beklemeden askerdeki yeğenini ziyarete gidecek olan komşumuzla beni İstanbul’a gönderdi. Gideceğim kursun yönetiminde bulunan amcamın asker arkadaşının Karaköy’deki dükkânına vardım. Dükkânda bir müddet bekledikten sonra elimden tutarak Arap Camii Kur’an Kursu’na götürüp kısa sürede olsa hocalığımı yapan Kasım Yağcıoğlu’na teslim etti. Artık İstanbul’da Arap Camii Kur’an Kursu talebesiyim. Babamın en büyük arzusu hafız olmamdı. Önceden Kur’an’ı yüzünden okuduğumdan kısa bir müddet sonra hafızlığa başladım. Sebebini bilmediğim, hâlâ da bilemediğim bir sebepten dolayı Kasım Hoca’nın tayini Beyoğlu Emin Camii’ne çıktı… Onun yerine Kırşehirli rahmetli Abdullah Taşdelen Hoca geldi. Ne söyleyeyim rahmetli Abdullah Hoca benimle çocuğu gibi ilgilendi. Gittiği yere götürdü. Haliyle bu durum ezberleri zamanında sağlıklı yapmama mani oldu. Bu arada hafızlık deyimiyle on sayfayla gidiyordum, yani günde on sayfa ezber dinletiyorum. 1973-74 Eğitim-öğretim döneminin başlamasına az bir zaman kalmıştı. Abdullah Hoca, “Ahmet seni İmam-Hatip Okuluna göndereceğim” dedi. Dedi demesine, ama babamın bu duruma tepkisinin ne olacağını az-çok tahmin ediyorum… Çünkü o benim hafız olmamı istiyordu. Çünkü babama göre okumak hafızlıktan ibaretti. Derhal yazdığım bir mektupla rahmetli babamı bilgilendirdim. Babam mektubu alır-almaz hemen İstanbul’a geldi. Görüşme sonunda Abdullah Hocam benim gibi babamı da ikna etti. Nitekim 1973-74 sezonunda İstanbul İmam-Hatip Okuluna kaydımı yaptırdı. Artık ben İstanbul İmam-Hatip Lisesi talebesiyim. Yedi yıl okudum. Girdiğim üniversite imtihanı sonrasında Marmara Üniversitesi Yüksek İslam Enstitüsünde okumaya hak kazandım. Dört yılın sonunda mezun oldum. Görev konusunda tercihimi Milli Eğitimden yana kullandım. Gerekli prosedürü tamamladıktan sonra Van’ın/Erciş Atatürk İlköğretim Okulunda göreve başladım. Askerliğimi yapmak için okuldan ayrıldım. Fakat daha önce müracaatta bulunduğum eş durum tayinim Nevşehir’e çıktı. Askerliği tehir ederek Nevşehir Lisesine göreve başladım. Lisede beş yıl görev yaptım. 1989-90 yıllarında Kütahya Hava Er-Eğitim Tugayında kısa dönem askerliğimi yaptım. Askerlik dönüşü Nevşehir İmam-Hatip Lisesinde göreve başladım. Burada da beş yılı aşkın görev yaptıktan sonra Nevşehir Anadolu Lisesine tayinim çıktı. Nevşehir Lisesinden talebem olan Necmi isimli bir genç Ramazan Bayramı’nda ziyaretime geldi. İstanbul’da çalışan bu talebem, Kasım Yağcıoğlu Hocadan selam getirdi. Her daim veya haftada bir gün mutlaka sohbetinde bulunan Necmi’nin deyimine göre bunca yıldan sonra hemen her sohbetinde bir şekilde benden bahsedermiş. Gıyabımda benim için nasıl bahsediyordu, bilmiyorum ama yıllar sonra karşılaştığımızda daima yanında ve hizmetinde bulunan bir talebesi gibi muamele etti. O günden bugüne çok sık olmasa da her fırsatta ya telefonla ya da vicahi olarak görüşmelerimiz devam etti/ediyordu. Bu uzun girişten sonra artık Hocamdan bahsedebilirim... Şabaniyye ricalinin günümüz temsilcisi Kasım Yağcıoğlu, 1936 yılında Giresun’un Alucra ilçesinde dünyaya geldi. Medrese tahsili ile yetişmiş bir babanın çocuğu olarak dokuz yaşlarında hıfzını ikmal etti. Memleketinde, Samsun'da ve İstanbul'da birçok hocadan ilim tahsil etti. Memleketimizin birçok yerinde, çocuk denilebilecek yaştan itibaren cami ve Kur'an hizmetlerinde bulundu. Hafızlığını Samsun'da Selman Efendi’den tamamladıktan sonra İstanbul'a geldi. 1957 yılında Abdulhay Efendi’den icâzet aldı. İrşatla görevlendirildi. Ayrıca Kâdirî ve Rifâî usulünü de Muhiddin Ensari Efendi’den öğrendi. 1959 yılı Ekim ayında, rüyada gördüğü bir işaret üzerine, memleketi olan Alucra kazasına, oradan da Boyluca (Zun) köyüne gitmiş. Köy halkı tarafından hüsnü kabul gördü. Halk tarafından çok sevilmiş. Köylüler: “Burada kalıp çocuklarımızı okutup, imamlığımızı yapar mısınız?" diye teklifte bulunmuşlar. Günün şartlarına göre bin lira yıllık ücretle anlaşarak orada kalmış. 1966 yılına kadar tam yedi sene görev yapmış. Oysa o, mana âleminde gördüğü zatı arıyordu. Oysa bahsi geçen zat o köyde metfun Seyyid Mahmut Çağırgan Veli’ydi. Köye vardığında, okul denilebilecek bir bina yoktu. Cami harap, dergâh perişan, Çağırgan Hazretlerinin türbesinin de içinde bulunduğu mezarlık, köyün sığır ve davarlarının yaylağı otlak gibiydi. Önce köye yeni ve modern bir ilkokul kazandırdı. Daha sonra camiyi tamir ettirdi. Ardından dergâh ve yanına bir de misafirhane yaptırdı. Sonra da Seyyid Mahmut Çağırgan’ın kabrinin bulunmasını sağladı. Tüm bu yapılan hizmetlerde köy halkı, hocalarına güvendiklerinden olacak ki yardımlarını hiç esirgemediler. Mezarlığın etrafı da şanına yakışır şekilde duvarla çevrilip hayvan otlağı olmaktan kurtarıldı. Kasım Hoca: “Zun'da benimle birlikte ahirete kadar gidecek olan birçok manevi işarete şahit oldum.” derdi. Nitekim bu sırrı kendisiyle birlikte gitti. Arap Camii Kur’an Kursu’nda talebelik yaptığım yıllarda metruk ve mezbelelik hâlde bulunan, aynı zamanda serkeşlerin mekânı durumunda olan, İstanbul’un fethinden hemen sonra yapılan camilerden, Bereketzâde’yi Beyoğlu Belediyesinin nezaretinde vakıflardan kiralayarak tadilat ve tamiratını yaptırdı. İlk önce oradaki içkiciler ve ihtiyaç sahipleri olmak üzere o tarihî mekânda birçok talebeye ikram ettiği yemeğin yanı sıra para yardımında da bulundu. Bu usul, İstanbul’a geldiği ilk yıllarda kendine de yardımda bulunan Gönenli Mehmet Efendi’den tevarüs etmiş. Aynı geleneği ölene kadar sürdürdü. Okumayı çok önemseyen Kasım Hoca, ilerlemiş yaşına rağmen ne haftalık sohbetlerini ve ne de ihtiyaç sahibi talebelere yardımı bırakmadı. İtikaden, amelen ve ahlâken istikamet üzere olan Kasım Hoca, yaptığı hizmetlerdeki şeffaflığından dolayı birçok kesim tarafından takdirle karşılanmaktadır. Özellikle Bereketzâde’nin hizmete girmesinde kendilerine ciddi katkı sağlayan dönemin Belediye Başkanı, şimdiki Cumhurbaşkanıyla da gayet iyi ilişkiye sahipti. 2 Nisan 2018 tarihinde ülkemizin seçkin şahsiyetlerinin katıldığı Eyüp Mevlevihane’sinde Diyanet tarafından yapılan bir toplantıda beraber olduk. Hocamı yaşlanmış yaşlandıkça da nurlanmış gördüm. Yürümede biraz sıkıntı çektiğini fark ettim. Bastonla yürüyordu. Biraz yürüdükten sonra dinlenme ihtiyacı duydu. Fakat bu durumuna rağmen hizmet aşkının zindeliği dikkate şayandı. O durumuna rağmen mevcut toplantıya geldiği gibi, hizmet için gideceği şehirlerden bahsetti. Bugün itibariyle birçok talebesi muhtelif makamlarda ve değişik memleket ve illerde dinine ve ülkesine hizmet etmektedir. Yürürken düştü. Tedavi için hastaneye gitti. Bir müddettir hastanede yatıyordu. 09.03.2025’te rahmetli oldu. Dünya sürgününü tamamladı. İnşallah öbür dünyası bu dünyasından çok daha iyi olur. Cenabı Hak’tan rahmet diliyorum.

BU SİTE İLE KURULMUŞTUR